Sabahlama Ardından

Bir proje sabahlamasının daha sonundayım. Dikkatli okuyucularım bilirler, -sanki çok okuyucum var da- bir staj raporu maceram son günün son dakikası sonuçlanmıştı. Nedense proje işi de böyle oldu. Son gün hiç uyumayarak projeyi yetiştirme uğraşı...

Dinlenmeye fırsat bulamamış ellerimle bunları yazıyorum şu anda, dinlenmeye fırsat bulamamış gözlerimle birlikte...

Geceleri uyumayınca insanın yapacak çok şeyi oluyor aslında. Ne bileyim yani gündüz onca vaktimiz olmasına rağmen, gece daha uzunmuş gibi geliyor. Belki de kendimizle başbaşa kaldığımızdandır. İşte bu yüzden geceleri daha bir yaratıcı buluyorum kendimi. Sessiz oluyor ve ben de yaratıcı oluyorum. Aslında çok tezatlık var bende. Misal, ders çalışırken de müzik dinliyorum. Gerçi ders çalışırken yaratıcı olmaya gerek yok, ondan belki. Çok saçmaladığımı hissettim birden. Ama hemen geçti. Çünkü ben asla saçmalamam. Evet, evet! Galiba saçmalıyorum...

A Message

Bir tepeye tırmanmaya çalışıyorum. İnce ama çok sert. Tutunacak yeri fazla yok. Belki de fazla. Ben bilemiyorum. Çünkü çok net göremiyorum. Kenarları parlak gri renkli. Ben yukarıya çıktıkça, geçtiğim yerler yıkılıyor. Havada kalmaya devam ederek beni şaşırtıyor. Çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Etraf çok karanlık. Sadece parlak gri rengi seçebiliyorum. Nasıl tutunuyor, nasıl tırnamıyorum bilmiyorum.

Şiddetli bir rüzgar var ama etkilenmiyorum. Sadece biraz titretiyor. Gözümün önünde fosforlu sarı renkte halkalar uçuşuyor. Rüzgar bir anda kesiliyor. Sonra tekrar geliyor. Sanki şimşek çakıyor gibi. Üçer saniyeliğine esiyor ve geçiyor. Zamanla beni alıştırıyor bu uyumlu hareketine. Zirveye ulaşıyorum. Ama çok uzun zaman geçmiş. Yıllar geçmiş gibi. Ayak bastığım taban daha da parlak. Nasıl bu kadar parlak bir gri olabilir ki? Gözümün önündeki o fosforlu sarı halkaları şimdi gökyüzüne asılmış bir halde görüyorum. Bu kez tek başlarına değiller. Hepsinin bir sahibi var. Beyaz kanatlı sahipleri...

Sonra ne olduğunu anlamıyorum ama birisi beni aşağıya itiyor. Bağıramıyorum, sesim çıkmıyor. Ama sanki yanımdaymış gibi sesini duyuyorum. Kulağıma bir şeyler fısıldıyor:

“Tam 21 yıl geçti doğumumdan bugüne kadar. Buraya çok çabuk ulaştın. Burada herkes 30 yaşındadır. Bu tepeden her atlayışında 1 yıl daha geçecek. Sonunda sen de aramıza katılacaksın. Şimdi geri dön!”

Ben yine kendimi en aşağıda buluyorum. Hafızam siliniyor. Sıfırdan başlıyorum. Tekrar çıkmayı deniyorum. Yine aynı şeyler oluyor. Rüzgar yine şimşek misali üçer saniye esip geçiyor. Fosforlu sarı halkalar beni gözetliyor. Ulaştığımda 22 yıl geçiyor. Tekrar düşüyorum. Bunu üşenmeden tekrarlıyorum 30’a ulaşana kadar. 30’a ulaşıyorum ve uyanıyorum...

P.S.: İki gündür şiddetli baş ağrısı çekmekteyim. Bir anda bir ağrı saplanıyor. Üç saniye sürüyor ve kesiliyor. Bunu uyumlu bir şekilde hep tekrar ediyor. Ama alıştım ben buna... Bu arada neden 30’u gördüm bilmiyorum. Neden 30’dan sonrası yok bilmiyorum. Ama sonrası olsun istiyorum...

Beautiful World

Her şeye kafa tutar hale geldim. Meydan okuyorum gücümün yetmediği şeylere bile. Haliyle gücümün yetmediği bir şeye meydan okuyunca yapamıyorum. Sonra da üzülüyorum. Değişmem gerektiğini hissediyorum. Ama iyi şeyler için. Evreni değiştirme isteğim var. Nitekim birkaç gün önce değiştirdim. Sadece kendi evrenimi...

Kendimi düşünmeye vakit ayırmadığımı farkettiğimde, kapılar arasında sıkışmış olan ruhumu çekip aldım. Bir nevi, karanlıktan ışığın olduğu yere yöneldim.

Işıklar evime kadar götürsün beni. Sonra ben her şeyi düzelteyim. Geriden alayım... Herkes hata yapınca baştan alır ya, ben geriden alayım. Böylece gelecek korkusu da olmaz. Yapılmayan şeyleri yapayım. Geriden başa doğru gideyim. Yaşlılıktan bebekliğe doğru... Toprağın altından geleyim dünyama. Bebek olarak öleyim, yaşlı olarak değil. Hayatımın en enerji dolu yıllarını sonradan yaşayayım, en önce değil.

İlk ve gerçek aşkımı en son yaşayayım...

God Put A Smile Upon Your Face

Uzun zaman olmuş konuşmayalı... Uzun zaman olmuş bunun farkına varmayalı...

Zamanın derinliklerinde yaşamışım herşeyi ben. Yok olmuşum, yok olma isteğinde bulunmuşum. Toz olup karışayım havaya demişim. Çilek kokusuna ulaşmak için... Kabul görmüş. Masalın sonu yazılmış bir zaman. Ne zaman olduğunu bilmiyorum ama yazılmış. Sonunu kim yazmış o da belli değil aslında. Zaten masalı kimin yazdığı da bilinmiyor ki...

Yağmur olmuşum ben çoğu kez. Farkında olmadan. Yağmışım üzerine, ıslatmışım istemeden. Ama o korunmuş kendince. Kendini korumuş, eskisi gibi kalmış.

Bu gece rengini belli etmiş. Siyah değil. Ama sadece bu gece. Sadece bu geceliğine “yeşil” olmuş. Konuşmuş benimle. Uzun zaman oldu demiş. Anlatmış içinden geldiğince, tüm saflığıyla.

Geceye özel, gerçek rengine bürünmüş... Yeşil olmuş...

Knock Knock Again

Galiba kapı tekrar ortaya çıkıyor...

Bu kadar kısa sürede nasıl değişti herşey? Nasıl pozitif eksene doğru yol almaya başladı? Mucize olmalı. Hem de büyük bir mucize...

Her şey beklediğinden daha çabuk gerçekleşti. Her şey hızlı. Yetişebiliyor musun peki buna? Sanırım evet! Her şey mükemmel...

Galiba kapı tekrar ortaya çıkıyor...

Knock Knock

Bir kapı var. Kapıdan içeri girsen yeni bir evrene ait olmak için.. Ama yalnız değil. Yanında birini götürebilirsin. Seçeceğin kişi seni seçecek mi? İşte orası belli değil. Zaten tüm sorun da burada. “Teklifi ona sunsam. Peki ya kabul etmezse?” Sürekli sorsan bunu kendi kendine. En sonunda da kafayı yesen.

Soruya odaklarsın kendini ama bir türlü sormaya cesaret edemezsin. Sormayı beceremezsin. Farklı olmak istersin hep, biliyorum. Sen zaten farklısın. Farkını ortaya koyarsın. Ama sadece o kapıdan içeri girmek için yanına birini götüreceksin. Basit. Farklı olmaya gerek yok. Düşündüğün şey; onun farklı olduğu. O farklı. Evet! İşte bu! Soruyu soramamanın temel nedeni bu.

Günler böyle geçip gitmiş bile. Sen hala soruyu soramamış bir şekilde kapıdan içeri girmeye hazırlanırken, o çoktan gitmiş. Kapı kaybolmuş. Bilmediğin birisi onu çoktan alıp gitmiş. Sen ise arkasındaki ışığa bakarak kapının tekrar ortaya çıkacağı günü beklemişsin ama... Çıkmamış...

P.S.: Moldova dinlemeyeli uzun zaman olmuş...

Bugün Ne Kadar da Çirkinim

Bugün hava mükemmel! Evet soğuk ve yağmurlu. Ancak ben seviyorum. Kasım ayını seviyorum, bir de Ocak ayını. Bir de Mart. Hatta Mayıs, Temmuz ve Eylül. Birer atlayarak severim ben hep. Bir yerde okumuştum ya da duymuştum -şimdi tam hatırlamıyorum-, insanlar doğduğu ayda kendisini daha iyi hissedermiş. Daha pozitif olurlarmış. Bu benim için geçerli mi bilemiyorum. Çünkü, her Ocak ayı geldiğinde bunu unutmuş oluyorum. Sonra Şubat geliyor ve hay aksi diyorum. Acaba geçen ay nasıldım diyorum.

Şu hayatta iki türlü hissederim hep. Bazen boş bir çuval, bazense ağzına kadar dolu bir çuval... Mesela bugün boş bir çuval gibi hissediyorum. Bugün ne kadar da çirkinim. Çirkinlik, dış görünüş anlamında değil ama. Ruhum çirkin bugün. Bazı zamanlar kendimi çok beğenirim. Ne giyersem yakışır bana böyle günlerde. Bazen iğrenirim kendimden. Bugün sevmedim kendimi. Havayı sevdim bugün...

Zaman Unutsa

Gözlerimi kapasam. Bir an için gitsem geçmişe. Ama o an hiç bitmese. Yaraları sarsa. Yalanları görmese. Yaşasam geçmişi doyasıya. Her anımı yeniden canlandırsam, hiç durmadan. Hep orda kalsam. Yitirilmiş hayatları tekrar görsem...

Çocuk olsam. Koşsam yollarda amaçsızca. Hiç derdim olmasa. Amacım sadece oyun olsa. Hayatım oyun olsa. Çocuk kalsam...

Seni tekrar görsem.. Gözyaşlarında kaybolsam. Sonra ağlamasan hiç. Hep gülsen. Hiç gitmesen. Ya da gidenleri geri getirebilsem...

Sadece

Sonunda sarardı yapraklar. Yere döküldüler birer birer. En sevdiğin manzara ortaya çıktı tekrar. Her ne kadar hava buz kesse de, bu güzelliği görmek için değer.

Geceleri daha bir göz boyar bu sarılar, rüzgarla birlikte havalara uçuşurken... Uyku tutmayan bedenini de peşinden sürükler, götürür uzak diyarlara. Kaparsın gözlerini, çekersin bir nefes bahçendeki temiz toprak kokusundan içine lale kokusunu da karıştırarak.. Sonra bırakırsın kendini. Yapraklar götürür seni en çok istediğin zamana.

İsyan edecek kimse aramadan haykırırsın doyasıya. Hem istediğin zamandasın hem de özgürsün. Hiç geri dönmeyi istemezsin. Her anını gerçek gibi tekrar yaşarsın korkmadan. Hakikatın farkına vardığında, için için ağlayarak uykuya dalmak yerine, mutlu bir biçimde kaparsın gözlerini en güzel rüyalara...

Gadjo Dilo'dan

Bu, Urza hakkında bir kış hikayesidir;
Öfkelenip kardeşini öldüren...
Öfkesi geçtiğinde, hayatını mahvettiğini anladı.
Göz açıp kapayana kadar...
Kaçtı...
Gökyüzünden ve ışıktan saklanarak.
Her gittiği yerde bir yankı duydu:
"Bu kış ne yaptın?"
Güzel bakire Zambilla'yla karşılaştı.
Kız, ona aşık oldu.
Babası aşklarına karşı çıktı ve kızın üstüne kilit vurdu.
Umutsuzluk içinde, suçlu kendisini yakalattı.
O zaman Zambilla, yemek yemez oldu.
Kızını hayata döndürmek için, babası hayatını feda edip çingeneyi hapisten çıkardı.
Özgür ama fakirdiler...
Kader onları korusun.

Bi' Baktık...

İlk vizelerin bitimi yakındır. Huzura ermem aşikardır. Her ne kadar aşırı bir şekilde ders çalışmasam da, insan sıkılıyor dersten.

Zaman hızlı mı geçiyor, yoksa bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama uzun zaman oldu yazmayalı. Farkındayım, evet! Beni takip edenlerden özür diliyorum buradan. (tabi takip eden varsa. ben öyle biliyim de mutlu olayım.) Kusura bakmayın. Ancak ben iyiyim merak etmeyin. Sadece blogla pek ilgilenemedim. Yazacak çok şey vardı oysa. Paylaşamadım bunları burada. Paylaşacağım en kısa zamanda.

Yeşil Gece

Rengi var mıdır gecelerin? Ya da hep siyah mıdır?

Siyah kötüdür. Siyah korkudur. Siyah karanlıktır. Siyah ölümdür...

Ölümler de gece gelmez mi zaten hep? Geceyi seçer gelmek için, çünkü gece siyahtır. İşin kolayına kaçar. Daha da siyah yapar her şeyi. En sevdiğinizden bir parça koparmak için gelir. En sevdiğinizi üzmek için gelir.
En sevdiğimi üzdü, gece!

Rengi vardır gecelerin. Hep siyah olmasa bile vardır bir rengi. Yeşil bir gecem vardı, onu da siyah yaptı.
En sevdiğim yeşili kararttı, gece!

Nihayet

Nihayet bitti...

29 Eylül gecesi başlayıp 4 Ekim akşamı sonlanan bir rapor macerası nihayet bitti...
1 dönem öncesinden raporun teslim tarihi belli olmasına rağmen, siz raporu son gün (bakın 3 Ekim de değil son gün) ve son dakikada teslim ediyorsanız kendinize ne derdiniz? Evet işte aklınıza gelen her şeyi hatta daha fazlasını dedim ben, dedik biz...

Üzerimden büyük bir yük kalktığını söylemekle birlikte, çok fazla eğlendiğimi de söyleyebilirim. Bir insan rapor yazarken ve stresliyken eğlenir mi? Ben eğlendim, biz eğlendik... Çünkü sadece rapor yazmadık, zaten sadece rapor da yazamazdık. Bazı zamanlarda 11'in de bize katılmasıyla üçlü olan grubumuzu bazen dörtlüyor bazen grubun elemanları arasında değiş tokuş yapıyorduk. Zaten değişmeyen iki eleman vardı. Biri ben, diğeri Nob-Boggy idi.

Misal daha ilk günden yorgun düşen bedenlerimize bir nargilenin iyi geleceğini düşünerekten dışarıya çıktık. Bunun gibi birçok aktiviteyi de beraberinde gerçekleştirdik bu rapor maratonu içersinde. Dediğim gibi çok eğlendik be!

Ancak şimdi düşünüyorum da, çok rahatlamışım ben. Benimle birlikte diğer rapor elemanları da rahatladı tabii. Artık eğlenme vaktidir diyerek koşarak evden uzaklaşmak istiyorum, istiyoruz.

Ben bu arkadaşlarımı çok seviyorum...

İyi ki varsınız be! (yoksa napardım ben?) (yoksa napardık biz?)

(ve koşarak evden uzaklaşır...)

Okunmasa da Olur (Çok Mühim Değil Yani)

Ne kadar uykucu oldum. Bıraksalar günlerce uyuyabilen bir yaratığa dönüşmek üzereyim. Odamda nedenini bilmediğim bir sigara kokusu var sanki. Sigara da içilmez ki benim odamda. Sigara içen bir insan da değilim. Dedim ya nedenini bilmediğim bir koku bu. Odamın havası zehirli. Belki de içimdeki zehri hapsediyorum odama, sonra onu tekrar soluyorum. Böylece kendi kendimi yeniden ve yeniden zehirliyorum. Mayışıklığımın sebebi bu olsa gerek.

Bir sürü şey düşündüm yine kendi kendime, ama bir sürü şey... Kısıtlı bir zamanda düşündüm üstelik. Üzerinde çok durmadım da. Bunlar hep birbiriyle bağlantılı olan şeylerdi zaten, birini düşünürken bir diğeri de geldi. Hep odamdaki zehir yüzünden işte.

Dedim ya nedenini bilmediğim bir koku bu. Pencereyi açsam da gitmeyecek biliyorum. Yok lan açayım bak hakkaten de gitsin. Amma abarttım ha! Hayır sigara içti arkadaşım odada ondan kokuyo. Nasıl sıkıyorum ha yok sigara içilmez bilmem ne.. Ayıp ya! Kendi kendimle çelişiyorum yine. Ama bak düşündüklerim doğru onu söyliyim.. Canım sıkıldı ya.. Yani bu yazıyı okumasanız da olur, saçmaladım çünkü. Çok saçmaladım. Yazının sonunda okumayın diyorum ama olmadı başlığı değiştireyim. The Shins çalıyor arkadan güzel güzel.. Girl Inform Me tavsiye ederim. Hatta buyrun burdan dinleyin onu da. Yorulmayın.



Resmen günlüğe çevirdim blogu. Arada yazarım böyle ama napalım. Yarın arkadaşlarımla buluşucam. Özledim onları. BQFM de gelir inşallah. Daha sonra da staj raporu işine girişeceğizdir. Aslında var ya ondan stres oldum, ondan böyle saçma bi yazı yazdım. Bu gece uyumicam zaten. Naparım bilmiyorum. Film izlerim belki.

Kelebeğimin Ninnisi

Zamanın eşsiz karanlığı, zamanın uçsuz bucaksız mahzenlerinden kaynaklanır. Kimileri dünyayı dipsiz kuyuya benzetir, bilemedikleri, dünyanın zamanın ürünü olduğudur. Doğan dünya olduğu gibi ölen dünya da olacaktır baki kalan zamanın zindanları! Ben, şimdi, kuyunun dibine inerken, yanımda sen ile, bıraksam seyahatimi. Otursak merdivene, inmesek. Güç bizde artık diye haykırsak. Zamanı durdursak. Gözlerimizi hiç yummasak, hep gözlerimizin içine baksak. Melek olsak. Ölüm olmasa zamanın zindanlarında. Uçsak. Melekler uçabilir. Kelebekler gibi. Kozadan çıkamayan ipek böcekleri ise belki kalbimi ipekten yapar. Kelebeklere işte bakın bu kalp sizin soyunuzun eseri deriz. Böylece ölüme azrail değil kelebekler gelir, benden kalbimi kelebekler alır. Kelebekler mi? Hayır, hayır. Benim kelebeğim. Sen! Kalbimi al artık, sonsuz olalım!

Festival'den

bitti..
zor oldu ama bitti...

şimdi insan bi çift göz ardından ağlar da o gözlerin arkasından bakakalırsa..
o gözler zaten onun değildir ki..
sen de benim değildin.
ellerin benim değildi, gözlerin değildi, sözlerin ne sana ne bana aitti..
seni sevmek istesem de sevemem ki..
belki de hiç benim ol istemedim ki...
ama bir sabah sol yanımda bi ağrıyla uyandığım zaman anladım, benim olmana gerek yoktu ki
sen zaten hep ordaydın, ben seni kovamam ki..
dudakların dudaklarımda olsa ne farkeder
sıcaklığın beni yakacak kadar yakın değildi ki...
sonra açıp pencereyi baktında ne gam
gitmişim
gitmişsin..
biz alıp başımızı imkansızın peşinden koşmuşuz ki..
senin güneşler açmış güzel yüzünde sonbaharı bekleyecek yüzüm yok ki..
ben sende yokum ki
bakmış sevdiğin gelmiş ne farkeder
o hiç senin olmamış ki..
ben bu yıl uzun sanmıştım, sen gidersin geri gelirsin
yanılmışım..
biz bir masal biz bir hikaye
bıraksana sen, biz bir şiir bile olamamışızki...

aman git sen yakınlar bana uzak dursun
ya da vazgeçtim sen gel dünyalar benim olsun...

Bloga katkısından dolayı Festival'e teşekkürler...

Copycat

Nasıl diyorlar bilmiyorum, nasıl derim hiç bilemiyorum!? Bilemediğim için kızıyorum kendime, söyleyemediğim için ise atlamak istiyorum merdiven boşluğuna. Söylüyorum aslında, biraz değişiğini. Yo, yo çok değişiğini. Yalanımı söylüyorum, söyledim, söyleyeceğim... Bir yalandan sonra gerisi geliyor. Açığa vurmamak için diğerini, bir tane daha! Kendine söz veriyorsun sonra bu son olacaktı diye fakat bir tane daha bekliyor kapıda.

Seni seviyorum diye hiç bağırmadım bir tepeden vadiye doğru. Tepe oldum, tepedeki ağaç oldum, tepedeki ağacın üstünde otururken elmaları yiyen çocuk oldum, ama hiçbirinde bağıramadım sesimin yankısını dinlemek için vadiye. İçimdeki vadinin sesleri bu yüzden hiç susmaz, bilemezsin bunun ne demek olduğunu, bilmeni de istemem, ayrıca beklemem de bilmeni. Senin bezoarın diyapazon görevi görüyor mu yoksa? Hiç sanmıyorum, yediğin saclar şişiriyor onun karnını, kenara çekilip uyuyor o da. Oysa benim içimdeki vadi bomboş. Dolmaz da. Adı üstünde vadi bu! Dolsa vadi olmaz. Sadece bağırdıklarımı, ses tellerimi kullanarak havaya, sonsuzluğa bırakabilirim. Belki bakarsın uzaylı -ama mor saçlı olanından- nesta bulur beni! Kim bilir???

Yeni bir yolculuğa çıktım. Yakın zamana rastlar bunun başlangıcı. Yeni birini keşfetmek için gidiyorum, umarım izin verir de çözerim onu. “Let me copy you!” desem, anlasa beni??? Çok mu şey istiyorum? Hayır, hayır çok olamaz. Neden onu anlamak istiyorum, vadisi var mı diye bakmak? Hic olmadi bir vadide duruyor mu, görmek? Bağırsam sesim gider mi ta oralara? Bilmiyorum, bilmediğim için de bazen şimşek olmak istiyorum ama bazen, her zaman değil. Önce çakmak, kendi parıltımı göstermek, sonra da sesimi duyurmak. Parıltıma aşık olanlar, sesimi duyunca korkarlar belki, ve gece sıcacık yatağında uykusundan uyandırdığım o kız uyuyamasın bir daha beni düşünmekten! Korksa bile, korkarak ansa bile adımı, beni düşünsün sabahlara kadar. Yağmur olup yağma isteğim de tam bu düşüncelerim üzerine gelir. Yağmur kadınları, mor yapraklı turuncu ağacın altında bekleyen yağmur kadınları ıslansın benimle, şemsiyeleri yok biliyorum!!! Hepsinin ıslanmasını istiyorum ki bir daha hiç unutmasınlar beni.

Anlamışsındır artık. Ben sana değil, herkese aşığım. Ben seni değil, aşık olmayı seviyorum. Bırak kopyalayayım aşkı, sonsuz kalbime...

I Robot

Bazı şeylerin kıymetini kaybedince anlıyor insan. Ona sahipken hiç farkında olmuyoruz aslında onun bizim için ne kadar önemli olduğunu. Yitirmeye başladıkça, daha bir önemsiyoruz, elimizden uçup gitmesine izin vermek istemiyoruz. İstemiyoruz...

İstemiyoruz da gidiyo ya. Resmen param yok lan! Para bildiğin uçup gitti, bitti, yok oldu. Hayır nereye gitti ne oldu anlamadım da. Fakir oldum. Çulsuz oldum. Hazır Ramazan'da geliyor iken, blog sayesinde bir sadaka toplayayım dedim. Para verin bana! Girişi de öyle bir yaptım ki parayı anlatsım gelmedi sonradan. Sanki bir insanı anlatacakmışım gibi düşündüm. Ana konudan sapıyordum az kalsın. Ah be para...

Ya o değil de hakkaten duygusuz oldum ben, hissiz oldum. Robot gibi oldum. Ne yapıcağımı bilemez oldum. Morla gel de bi toparlanıyım artık ya!!

Edebi Bir Değeri Yok Ama Nostaljik

«sneyl» says:
şopar olcam ben
«sneyl» says:
tekirdağa gitcem
«sneyl» says:
ismail yk da olabilirim
«sneyl» says:
karar veremedim
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D
Nob Boggy-Hillocks says:
şopar olalım
Nob Boggy-Hillocks says:
bende var zaten biraz
Nob Boggy-Hillocks says:
buralarda çok bizim
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D
«sneyl» says:
olur bana uyar
«sneyl» says:
yoksa uygur kardeşler mi olsam
«sneyl» says:
ama biri daha lazım
«sneyl» says:
aykut kardeşim olur musun
«sneyl» says:
ya da gelinim olur musun
«sneyl» says:
bbg
Nob Boggy-Hillocks says:
olrurum kardeşim
«sneyl» says:
öykü serter
«sneyl» says:
doğa bey
«sneyl» says:
rutkay aziz
Nob Boggy-Hillocks says:
köpek ısırırı
«sneyl» says:
evet o da olmaz
«sneyl» says:
işte çok alternatif var arasından seçicem
Morla The Ancient One says:
aykut, rutkay aziz? zor be
Morla The Ancient One says:
bence çok kastın :D
«sneyl» says:
tam olarak neyi kastettiğimi bilemedim
«sneyl» says:
eskiden ne güzel kasetler olurdu takar dinlerdik
Nob Boggy-Hillocks says:
hey gidi günler
«sneyl» says:
neşeli günler
«sneyl» says:
emel sayın vardı mavi mavi
Nob Boggy-Hillocks says:
ibrahim tatlısses vardı
Morla The Ancient One says:
kasede kurşun kalem takar sallardık
Morla The Ancient One says:
ileri geri
Nob Boggy-Hillocks says:
mavi amvi masmabi
«sneyl» says:
heyt ya off
Nob Boggy-Hillocks says:
gözleri boncuk mavii
Morla The Ancient One says:
o zaman pil pahalıydı
«sneyl» says:
pahalıydı
«sneyl» says:
duracelli olanlara kocaman gözlerle bakılırdı
«sneyl» says:
şimdi şarjlı piller piyasayı kapladı
«sneyl» says:
eskiden kitap defter de kaplardık
«sneyl» says:
kaplamayanlara kocaman gözlerle bakardık
Nob Boggy-Hillocks says:
kaplık olmazdı
Nob Boggy-Hillocks says:
gazete ile kapaklrdım,
Nob Boggy-Hillocks says:
fakidik biz
«sneyl» says:
geçmiş zaman kullanman hataydı
Morla The Ancient One says:
madı fakidik biz
«sneyl» says:
yoncimik vardı bi de
«sneyl» says:
8:15 vapurunda onu görmüştü karşısında
«sneyl» says:
sonra haber alınamadı
«sneyl» says:
acaba vapur dediği titanic miydi
«sneyl» says:
gerçi titanic 2 kere battı ama olsun
«sneyl» says:
film sektörü işte hep yeniden uyarlanır
«sneyl» says:
eskiden yazlık sinemalar olurdu
«sneyl» says:
ben hiç görmedim ama keşke olsa hala heryerde
Morla The Ancient One says:
ben gitmiştim
Morla The Ancient One says:
stadyumda daha doğrusu sahada
Nob Boggy-Hillocks says:
evet
Morla The Ancient One says:
kurmuşlardı
Morla The Ancient One says:
izmirde
Morla The Ancient One says:
süperdi
Nob Boggy-Hillocks says:
çekirdek alır giderdik
«sneyl» says:
valla ya çok güzel olurdu
Nob Boggy-Hillocks says:
renk yoktu filmlerde
Nob Boggy-Hillocks says:
,sesler uyuşmazdı ama
Nob Boggy-Hillocks says:
hep aglardık
«sneyl» says:
çok duygusaldık biz eskiden
«sneyl» says:
herşey bozuldu
Nob Boggy-Hillocks says:
heyy heyyy
«sneyl» says:
heyy heyyy
Nob Boggy-Hillocks says:
zeki müren
Nob Boggy-Hillocks says:
ayhan ışık
Nob Boggy-Hillocks says:
sadri alışık
«sneyl» says:
çok derin düşünceler daldım
Nob Boggy-Hillocks says:
efkarlandım
«sneyl» says:
geçmişe daldık
«sneyl» says:
artık geleceğe dönsek
«sneyl» says:
marti
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D:
«sneyl» says:
hiç bi zaman saatte 88mile ulaşamicaz ama
«sneyl» says:
hep bugünü yaşicaz
Morla The Ancient One says:
ben yarın ölücem
Nob Boggy-Hillocks says:
hep bugünü
Morla The Ancient One says:
o zaman hiç ölmicem
«sneyl» says:
evet
«sneyl» says:
ama ayrıyız lan
«sneyl» says:
keşke hepimiz aynı yerde olsak
«sneyl» says:
hep bugünü yaşamayalım çekilmez
Nob Boggy-Hillocks says:
hakkaten
Nob Boggy-Hillocks says:
biraz ilerleyelim
Nob Boggy-Hillocks says:
ondan sonra
Nob Boggy-Hillocks says:
hep o günü yaşarız
«sneyl» says:
tamam anlaştık o zaman
Morla The Ancient One says:
tamam anlaştık
Morla The Ancient One says:
az ilerleyelim ama
«sneyl» says:
evet ben bi telefon falan alıyım
«sneyl» says:
canım ne güzel olur ya
«sneyl» says:
yatıyoruz kalkıyoruz yine aynı gün
«sneyl» says:
sanki böyle bi film varmış gibi geldi bana
Nob Boggy-Hillocks says:
:D
«sneyl» says:
50 first dates olsa gerek
Nob Boggy-Hillocks says:
50 firdt dates var
Nob Boggy-Hillocks says:
biraz çagrıştırıo
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D
Nob Boggy-Hillocks says:
aa
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D
«sneyl» says:
bi fırt çek aykut
Nob Boggy-Hillocks says:
farkettim
«sneyl» says:
farketmek bile erdemdir
«sneyl» says:
keşke adımız erdem olsa
«sneyl» says:
ama o zaman da herkes biz gibi olurdu
Nob Boggy-Hillocks says:
:D:D
sneyl» says:
evet ben bunu bloga koyucam
Nob Boggy-Hillocks says:
koy
«sneyl» says:
fikirleriniz neler
«sneyl» says:
çağrı?
Morla The Ancient One says:
koy
«sneyl» says:
gerçekten mi
Morla The Ancient One says:
edebi bir değeri yok ama nostaljik
Morla The Ancient One says:
:D
«sneyl» says:
:D
Nob Boggy-Hillocks says:
bende edebi degerinden çok
«sneyl» says:
başlık da o olabilir :D
Nob Boggy-Hillocks says:
manevi bi agırlık var üzerinde
«sneyl» says:
edebi bir değeri yok ama nostaljik
Nob Boggy-Hillocks says:
herkes anlamasada
Nob Boggy-Hillocks says:
bizim için çok şey ifade ediecek
«sneyl» says:
e koyim madem
«sneyl» says:
anı olsun
Nob Boggy-Hillocks says:
anı olsun
Morla The Ancient One says:
anı olsun

Turşu Suyumla Mutluyum !?

Bütün gün hiçbir şey yapmadan oturdum. İzlemekten başka hiçbir şey demeliyim. İnsanları gözlemledim ben bugün. Yakın çevremdeki insanları ve ne kadar garibim bunu farkettim. Kalabalığın içinde ben olabiliyordum, herkesleyken kimsesiz ben olmak diye düşündüm sonra. İyi de bunu herkes yapabilir dedi bana dış sesim. Hayır, hayır herkes yapamaz bunu. Sadece iyi çocuklar ve alkolikler. Ya da alkolikler demeyelim de ayık olmayanlar diyelim. Şarap içtim ben bütün gece. Düşündüm. Neden böyle diye. Düşündüm. Bir sonuca varamadım. Bir kaç nöronu daha birbirine bağlasın diye 3. şişeyi açtım. Onu da bitirdim. Nöronlarımda bağlanacak uç kalmamıştı. Ben artık evrenin bir parçasıydım. Geleceğimi, geçmişimi görüyordum. Aynı anda hem bendim hem ben olacaktım. Improbable.

Turşu suyu. Şimdi elimde turşu suyum. Ben şimdiyim. En son alkol damlası boğazımdan geçeli 3 saat olmuş. Turşu suyu da iyice susamak için. Ayrıca tadını seviyorum. Your taste's like strawberry diyemem ama turşu suyuna çünkü o kate değil. Çünkü o sen değil. Ben senin tadını bilemiyorum. Ben seni sevmeye çabalıyorum. Çabalar, alkol ve turşu suyu. Az sonra da şalgam suyu içerim cila olur. Renkli bir mideden iyisi yoktur zaten. Midesinde kelebekler uçuşan biri aynı zamanda renkli mideye sahipse tadından yenmez. Tadından yiyemiyorum. Senin olamıyorum. Üzülüyorum. Turşu suyumla mutluydum. O da bitecek. Ayni sen gibi. Tükeneceğiz demiş Sezen Aksu. Tükendik. Turşu suyum bitti. Daha çok üzüldüm. Seni sevdim. Seni Seviyorum. Seni seveceğim. Kahretsin N.E.S.T.A, seni seveceğim!

Muse - Unintended eşliğinde yeniden okunmasi şart olan bir yazıdır. Hatta 2. okuma bittikten sonra bir de, şarkı, sözlerine iyice odaklanarak yeniden dinlenmelidir. Bilekler enine değil, boyuna kesilmelidir. "mtao"

Possibilities

dedi ki;

Sadece gülme bana, bırak, bırak seni kelimelerinle sevmeye devam edeyim.
Bırak harflerini okurken kendimden geçeyim.
Bırak beni...
Ben, ben...
Ben sensiz neyleyim...

ignorance is bliss

Tatil '07 - SBM (Sebamed)

Beni ben yapan bir tatil diyebilirim bu tatil için. Efem Keskin... Kızgın kumları, serin suları, mükemmel odaları, temiz çeşme suları, muhteşem animasyonları(!)...

Evet ilk paragrafın ilk cümlesini bir kenara bırakırsak yalan bir giriş oldu. Zaten benim beklentim de bunlar değildi. Burak ve Miraç'la birlikte mükemmel bir tatil olacağını daha gitmeden tahmin edebiliyordum zaten, nitekim öyle de oldu. Gerçi tatili Burak yaptı ama olsun. =)

Eğlenebileceğimizin maksimumunu yaşadık ve gayet memnun döndük Ankara'ya. Bu tatilde Miraç gibi bir dostu kazandım ya o bana yeter zaten =) Ne demişler canım; "Arkadaşını tatilde öğreneceksin." Ahh ahh geyiğin dibine vurmuşuz da haberimiz yok...

Yazımı sonlandırırken tüm tatil arkadaşlarına selam ederim...=p Eğlenmedik mi? Eğlendik... Töyt!

Derinliklerimde...




Muse - Blackout dinlerken okunması tavsiye edilir.

Aşkınız için ne yaptınız? Ya da şöyle söyleyeyim. Yapabileceğiniz her şeyi yaptınız mı?
Eğer evet yaptım diyorsanız –ki ben evet yaptım diyorum-ve hâlâ memnun olmadığınız bir durumla karşı karşıyaysanız, sakın üzülmeyin. –ki evet ben üzülüyorum-

((belki yazımı tamamladıktan sonra bu düşüncemin tersine de çıkabilirim))

“Evet, bu yazı aslında tamamen rahatlama amaçlı bir yazıdır. Nedeni ise, bu geceki hissettiklerim. Hislerimi açık açık söylememe gerek yok, rahatlamak için kelimelerimi kullanıyorum. Onlar da ister istemez kendini ele verecektir zaten. Onlar benim kelimelerim çünkü...”

Yapabileceklerinizi yaptıktan sonra bile o hâlâ gitmeyi kafasına koymuşsa, arkasından el sallamaktan başka yapabilceğimiz bir şey kalmamıştır. Böylece aşk için yapabileceğimiz son şeyi de yapar, arkasından el sallarız, hiç istemememize rağmen. Çünkü, biz her şeyi, evet her şeyi yapmışızdır. O ise sürekli bahaneler bulmaktadır ve yaptıklarımızdan hiçbir zaman memnun olmamıştır. Kendince eksik olan şeyleri bulmuş ve bunun üzerine gitmiştir. Oysa ki biz her şeyi yapmışızdır onun için, üzülmüş, ağlamış, sevmiş, deli gibi aşık olmuş, şarkılar söylemiş, hikayeler yazmışızdır. Olmadık zamanda olmadık sürprizler yapmışızdır. Ama onun istediği bu olmamıştır. O, hep başka şeyleri arzulamıştır. Biz aşkımızı doya doya yaşıyorken, o hep kendince sebepler bulup acı çekmiştir.

Her ne olursa olsun insan düşündüklerini pratiğe dökemiyor. Kafanda tamam bu sefer şöyle yapacağım desen de, bir şey çıkıveriyor hiç beklemediğin bir anda. –bu gece olduğu gibi- İşte insan hazırlıklı olamıyor her seferinde. Çünkü, kendini hazırlıyorsun, neye odaklanacaksan ona odaklanıyorsun, pat diye seni dürtüyorlar. Hey bak ben burdayım diyorlar. 38 gündür sesini duymadığın birinin sesini dinletiyorlar arkadan arkadan. İnanmak istemesen de o ses gerçek. Dilin tutuluyor, beynin duruyor tabi o an. Ne yapacağını bilemiyorsun. Ağzından çıkan kelimeleri kontrol edemiyorsun. O kelimelerin sahibinin o olduğunu bilsen de, kontrolü elinde tutmak istiyorsun. Tüm bunlara rağmen kelimeler ağzından kontrolsüzce çıkıyor. Hepsi kalbinden geliyor. Kalbinin sahibi de zaten kelimelerin sahibi. Anlayacağınız, insan çok karmaşık oluveriyor.

“Geçenlerde bir hikaye yazdım, ama bloga koymadım. Öyle bilgisayara da yazmadım, kağıtta. Eskiden birbirimize yazdığımız gibi. Sanki kağıdı ortadan ikiye katlayıp ona verecekmişim gibi yazdım. Yanıbaşımdaymış gibi yazdım. Biliyorum ki hep kalbimde çünkü. Ruhumda... Yazmazsam öleceğim çünkü. Tabi bundan onun haberi yok. Aslında olabilir de, çünkü yazdığım şey hâlâ burada. Kalbim de burada. Benim kalbim zaten onda. O zaman yazdığım şey de ona yakında bir yerlerde.... Evet, aşk böyle bir şey işte...”

ve kederin basamaklarında bırakıyorlardı uçarılıklarını,
hiç biri zamana meydan okumadı,
çabasız haykırışları duymadı bu kez saat,
onlar için son kez vurdu...

Neden Sen?

Neden mi sana yazıyorum?
Neden sadece sana yazdığımı sorma.
Neden yalnızca senin için yazdığımı...

Birçok sebebi var bunun.
Sen benim için aşkı var ediyorsun.
Çünkü, sen varsın.
Çünkü, sen benden önce de vardın.
Bu yüzden varsın zaten.
Sen benden sonra da var olacaksın.
Sen var olduğun sürece aşk da var olacak.

Sen benim kelimelerimdesin.
Her kelimemsin.
Daha dikkatli oku önce okuduklarını.
Çünkü, sen her kelimedesin.
Seni aklıma kazıyışım bundandır.

Sen aşksın.
Aşkın kendisisin.
Nefes aldığım havasın.
Aynı zamanda beni nefessiz bırakabilen.
Senden vazgeçemeyişim bundandır.

Neden mi sana yazıyorum?
Bir an için dur ve düşün.
Sen benim ruhumsun.
Sana yazmamak, ölümümdür.

Carvel'e...

Warning Sign

“Seni özlüyorum..
Ne dersen de, istersen hiçbir şey deme ama yanlış anlama.
Ben sadece seni çok özlüyorum...”

Hiçbir şey dememe hakkını kullandın sadece. Bir cevap beklerdi yürek. Özlemini dindirirdi cevaplar. Daha da yaktı canını, neden böyle yaptım diye.

Özlüyorum...
Keşke özlenmese.
Ama elde değil tüm bunlar.
Engel olunabilse keşke.
Gidiyorum dendiğinde gidilmeseydi, her aramak istendiğinde ısrarla aransaydı...
Bir köşede sessizce gidişini izlemek...
Ve sadece özlemek...

Ve sen, hiçbir şey dememe hakkını kullandın...
Hiçbir şey demeden yaşamaya devam ettin..
Oysa bir cevap beklerdi yürek...

Seni özlüyorum, sen ne dersen de....

Evde Nargile Keyfi

Stajımız bittikten sonra, Morla'nın gelmesiyle dağıtmaya başladık. Daha ilk günden nargile yapmaya çalıştık. Evde bir nargile var bana ait olmayan, aslında hep arkadaşımla içerdik ama ilk defa kendim yapmaya çalıştım ama beceremedim. Tütünü yakacaz derken beynimizi yaktık. Duman çıkaracaz diye içimize çeke çeke ciğerlerde katran depoladık. Tabi ondan sonra başa vurdu bu acı. Gerçi Morla'ya bişey olmadı. En sonunda nargile sahibini de davet ederek adam akıllı bir nargile yapmasını rica ettik kendisinden. Nitekim kırmadı bizi gelip yaptı da. En sonunda dehşet tüten bir nargilemiz oldu. (bkz. sol) Morla bir heves başladı tüttürmeye. Tabi benim bünyem kaldırmadı o kadar katranı, o kadar zehiri. Lanet olsun!! Bak yine sinirlendim ya... Kafam biraz yerine geldikten sonra ben de içmeye devam ettim tabi.


Ancak tütene kadar çektiklerimizi ne kadar anlatsam boş... Hele seçim sonuçları da üstüne gelince, zaten sinir olmuş olan bünye, nefesi nargileyi yakmaya yetmeyince daha da gerilmişti. Hadi hadi yanacak, evet evet bu sefer olacak nidalarıyla kendimizi gaza getirmeye çalışsak da işin aslı sonradan anlaşıldı. Tütünü az koymuşuz biz.




Olayın özü, gayet güzel bir gece oldu nargileyle birlikte. Burdan nargileye teşekkür ediyoruz. Kırmadı bizi en sonunda tütmeye ikna oldu çünkü.




Dip Not:
Morla çok pis kahve içiyo lan!

Başsız Karakter

Karanlık odamdan takırtılar gidiyor dışarıya. Aslında tam karanlık da sayılmaz. Monitörümün ışığı var. Peki baştan kuralım cümleyi. Karanlığa yakın loş odamdan tıkırtılar gidiyor dışarıya. Bir de karşılaştırmalı dinlediğim Ünzile tabi ki.
Neden karşılaştırıyorsam? Neyi karşılaştırıyorsam?

Hikayenin baş kahramanı ben, hiperkarmaşık ilişkilerde oynayan ben değil miyim zaten? Neden vardım ki ben? Bir karakter olarak bakılmak için mi? Belki, dışarıdan özenilmek için mi? Yok olayım! Benimle birlikte herkesi yok etmem gerek ama. Yoksa olmaz o iş. Diyelim böyle bir şeyi yapmaya karar verdim. Sıra ona gelince? Onu da yok edebilecek miyim ki? Hayır, hayır ben, ben bunu yapamam. Demek ki yok da olamam. Fakat simdi yokum ki zaten. Vardım ama yokum. Çıldıran kimse de yok. Demek ki sevilmiyorum artık. Demek ki sadece denemek için yazıyorum. Yazıyor. Yazıyoruz. Bir oluyoruz. Kumrulaşmaya çalışıyoruz yazılarla. Sık sık da yazmıyoruz ki. 40 yılda bir.

Ve biz kumru olamıyoruz...

Bildiklerim Aslında Bilmediklerim

Biliyorum ulaşılmazız. Kavuşamaz bedenlerimiz.
Biliyorum yokuz artık. Haykırsak duyulmaz sesimiz.
Biliyorum hep seversin... Biliyorum hep severim...

Ben herşey oldum, aklına gelebilecek herşey.
Esir ettin çünkü sen beni. Çıkamadım beni saran kabuğundan. Çıkmak istemedim ki...
Bilirsin, ne yaptığını bilmeden yaşamayı. Bilmeden yaşamayı bilmek... Ama sen bilirsin. Sadece sen bilirsin...

Sadece sen biliyorsun...

"mull" nedir?

Nedir mull? Bilen var mı? Vardır elbet, içinden cevabı bile vermiştir şimdiye."Lale mulldür"

İçimizi ısıtır. İçeriz onu, daha da ısıtır. Çekeriz yutağımıza doğru, "oh!" der beyin, daha da istiyorum, al onu da kafanın içinde bir yerlere. Yutağında başlasın, tuvalette son bulmayacak nasılsa, içebildiğin kadar iç şarabı. Mull...

Yalan, senin en çok bakışını sevdim.

"Gözleri ela, bakışı sarhoşça.
Yabancılarla bildik de aşıka
karşı yabancı.!"

Sarhoş bakarım ben, içiyorum seni, içiyorum mulled wine, bir de şiir yazıyorum elimde kadehim.

İçiyorum seni,
yabancıları tanımıyorum.
İçiyorum seni,
Cesaret tavan yapıyor.
Bir daha göremeyeceğim nasılsa onları,
Bildik oluyorum.
İçiyorum seni,
Korkum artıyor.
Çünkü senin yanındayım.
Ya seni ürkütürse söylediklerim?
Ya seni içemezsem bir daha?

"Senin korkunç alfaben
bedeninde başlıyor"

"Sana çok az kişinin anladığı
büyük bir gerçek anlatayım.
İnsan ruhunun en büyük zaferleri
ve en büyük başarıları kimsenin
bilmediği ve tahmin edemediği şeylerdir.
İnsanların en büyük zaferlerini tıpkı
vahşi çiçekler gibi kimse bilmez, görmez."

ve ardından

"Yabanıl anemon çiçeğiyim
bana dokunma"

Çiçeğim en büyük zaferimsin. Sen benim kraliçemsin. Bu yazının bir sonu yok belki. Ama bu da başka biri için hazırlanmış bir oyun...

"Gerçekten biliyor musun?
Benim seni aklımla izlediğimi bilmiyor musun?"

"Birbirlerine yüzlerce yeni ad
vereceklerdir ve hepsini yeniden
alacaklardır birbirlerinden, yavaşça,
küpe çıkarır gibi."

Kumru olalım, geyik olalım, penguen olalım, karınca olalım, kuğu olalım, yunus olalım.

"I didn't exist.
Ben de."

Birlikte olalım mı?
Kumrulaşma halini yakalayamıyoruz biz.
Sadece birlikte olalım.
Birlikte oldukça varız.


Sensiz yokum.
Ben de!

Gözü Tamamen Kapalı

Evet yine ben...
Yine mi aynıyım?
Hayır hayır öyle söyleme. Çok değiştiğimi söylemiş olmam gerekiyordu. Evet bunu söylediğimi hatırlıyorum. Demek hâlâ bi değişiklik göremedin. Hmm.. Aslına bakarsan kısmen haklısın, hala neden konuşuyorum değil mi? Aslında en önemli değişiklik bu olsa gerek senin gözünde. Ama hayır hayır, bence bu bir değişiklik olamaz. Göremediğin birçok şeyde değiştim ben. Göremezsin, çünkü kapattın gözlerini. Ama dur dur... Sakın açma.. Yapma bunu bana tekrar. Bırak böyle kalsın. Sen beni görme ama ben seni izleyeyim. Gözünü açtığında bunu kaldıramayabilirsin. Dedim ya, çok değiştim ben. Sadece sen görmüyorsun. Ne o? Artık sen de konuşmuyorsun benimle. Tamam... İstemiyorum artık konuşma. Nefes al.. Nefes al ki ben de seninle birlikte nefes alayım. Ama konuşmaya devam ederim. Sen beni ne kadar duymak istemesen de, ben bağıra bağıra konuşmaya devam ederim. Sadece zamanı geldiğinde susarım. Ne zaman mı? Ben ölünce...


Evet yine o idi... Böyle kendi kendine konuşurdu. Kimse neyi olduğunu anlayamadı. Ailesi, eşi, çocukları, arkadaşları... Hiç kimse bilmiyordu. Ama o konuşmaya devam ediyordu. Hep böyle değildi, uzaktan görseniz normal bi adam sanırsınız yani. Öyleydi de zaten. Çünkü çok zeki bir adamdı. Dedim ya kimse bilemiyordu neyi olduğunu. Bir tek ben biliyordum aslında, ama söyleyemezdim bunu kimseye. Yine söyleyemem, bunu benden istemeyin. Sadece şunu söyleyebilirim ki; o her sene hediyeler alırdı. Sadece senede bir gün... Ve her sene birer fazla alırdı hediyelerini. Duyduğuma göre ilk başta 21 tane almış. Zaten sadece ilk başta aldıklarını verebilmiş. Bu zamana kadar aldıkları hep bir yerde duruyor. Kimseye vermemiş. Önümüzdeki sene 86 tane alacağını söylemişti. Ama ne yazıktır ki, buna ömrü yetmedi...

Gerçekten böyle biri olduğunu sandınız değil mi? Hatta gördüğünüze neredeyse emindiniz. Ama yanıldınız. Size söylemiştim, ben çok değiştim. Asla göremediniz böyle birisini. Çünkü gözleriniz kapalıydı.

Defter Arasından...

sneyl: Hocalık mı bu?
nob-boggy: Değil abi. Slaytları oku, bir cümle değiştirip söyle. Al sana!
sneyl: Çatır çatır geçiyo. Hadi la gidek!
(bak şimdi farkettim morla yok!)

Öff! Amma bayıyo bu İsmail Şenel. Yarım saatten sonra hiç çekilmiyo. Hayır ders de dinlenmiyo ki. Sıkıcı herif yaa. Sınavlar gelecek çatacak. Hatta geldi çattı lan! Anaaeam yandık! Vallaha yandık. Hergün ders çalışcaz diyoz bi de ya. Zaman geçmiyo ki ohooo... Uyicak herkes.. Dinleyen biri varsa o da Tuğba ve Suna'dır. 2 kişi oldu gerçi bunlar ama olsun. Allah'ım ya İsmail len! Şşş sana diyom! Hadi la gidek!

9 Mart 2007
10:46

Don't Forget Me


I'm an ocean in your bedroom
Make you feel warm
Make you wanna re-assume
Now we know it all for sure

* “Ruh ikizi”, “uyum” sözcüklerinin anlamını yitirmiş bir kızın öyküsü...

Büyüdü...
Olgunlaştı... Hem de hiç olmadığı kadar...
Artık yalnız olmayı seçti. Hayatta başka şeyler olduğunu gördü ve gitmek istedi. Hayalinin peşinden gitmek istedi. Yapabileceği çok şey vardı çünkü. Tek başına yapabileceği... Çok düşündü tek başına olmayı, “o”nsuz olmayı. Aslında bir türlü beceremedi karar vermeyi, her ne kadar karar vediğini sandıysa da... Mutluydu çünkü. Ya da hep mutlu olduğunu sandı. Ama başaramadı bir türlü gitmeyi. Herşeyi arkasında bırakıp gitmeyi bir türlü beceremedi.

O eski sıcaklığı yoktu artık. Hissettiğinde bedenini kaplayan o eski sıcaklığı... Bıkar oldu hayattan, gülen yeşil şebeği bile gülmüyordu artık sanki. Bahaneler buldu hep mutlu olmak için. Oysaki takvimini bile kaldırıp atamadı. Geceleri sevmez oldu. Bir daha uyuyamayacaktı çünkü onunla. Uyandığında onu göremeyecekti karşısında. Sesini sadece şarkılarda duyacaktı artık. Gözü gözüne değmeyecekti. Gözlerinin içine bakarken seyahat edemeyecekti uzaklara doğru. Başını omzuna yaslayamayacaktı. O eşsiz “koku”yu bir daha hissedemeyecekti. Gecenin bir yarısı deprem olduğunu sanıp uykusundan uyandırabileceği kimsesi yoktu, ya da kötü bir rüya gördüğünde sıkıntısını üzerinden atmak için düşünebileceği kimsesi... Oysaki yanında olsa ne güzel olurdu. Karanlıktan bile nefret eder oldu, gözünün önüne “onun” gülen yüzü gelmesin diye, gözünü kapamaya korktu.

Ama o hep mutlu olduğunu sandı...

Adımlarını tek başına atmaya karar verdiği bir gün gerçekten gitti... Bütün aşkları yüreğinde götürüp gitti...

Artık o yaşlandı... Onunla birlikte yaşlandı.. Yeşil şebeğini hiç ayırmadı yanından. Her gece onunla uyudu, uyandığında ilk onu gördü. Ağladığında ona sarıldı. O bebeği kokladı hep, üzerinden kokusu geçmediğini hayal ederek. Gerçekten o kokuyor diye hayal ederek...

Ve bir gün gözünü sonsuzluğa doğru kapadı, yüzünde gülümseme ile.. Çünkü artık “onun” gülen yüzü hep önünde olacaktı..

Peki “o” ne yaptı? O, sadece çok sevdi...

* Aslında sen o gün gitmedin, sonra da gitmedin, şimdi de...
I'm the rainbow in your jail cell
All the memories of everything you've ever smelled
Not alone, I'll be there
Tell me when you want to go

Hele Bi Gel

Dinledikçe dinlenen çok güzel bir Pinhani şarkısı Hele Bi Gel.. Ama en önemlisi bu şarkıyı Pinhani'den değil, bir başkasından dinliyor olmak. "O"ndan dinledikçe daha bir sevmek bu şarkıyı.. BELlekte canlandırmak daha bir kolay bu derin İZleri.. Hem de bu kadar sürede, böylesine gerçeğe dönüştürebilmek herbişeyi..

Şarkının sözlerini daha bir anlamlı yapar oldu. İZleri bir daha hiç silinmeyecekmiş gibi derinlere bırakmaya başladı.. Çünkü "O", beklenen hayal.. "O", Hele Bi Gel diyen...

Live Earth 7.7.7

Küresel ısınma tehlikesine karşı yapılan konserler zinciri... New York, London, Johannesburg, Rio de Janeiro, Shanghai, Tokyo, Sydney ve Hamburg şehirlerinde düzenleniyor.. Aslında benim için en önemli ayak Londra ayağı.. Çünkü Red Hot Chili Peppers Londra'da sahneye çıkıyor..

Evet bir hevesle 7 Temmuz günü girmişim bu postu, ancak böyle yarıda kalıvermiş.. Aradan 4 gün geçti gayet güzeldi konserlerin geneline bakarsak.. Tabi ben burda müzik dışında başka olaylara değinmeyeceğim. RHCP'nin sadece 3 şarkısını verdi NTV. Can't Stop, Dani California ve By The Way.. Aslında 4 şarkı söylediler. 3. şarkı So Much I idi.. By The Way ile de kapanışı yaptılar.. Ancak dikkatimi çeken, Anthony Kiedis'in düşük performansıydı. Önce hasta olabileceğini düşündüm.. Zira sesinde değişiklik vardı şarkıları söylerken..

Ancak sonra şunu farkettim ki, bu adamlar 6 Temmuz günü Paris'de konser vermişler. O yüzden normalmiş yani adamın hoplayıp zıplamaması.. Hatta Londra konserinden sonra yine uçup Copenhagen'da konser vermişler.. Yani 24 saatte 3 konser demek bu. Anthony Kiedis diyor ki; Dün Paris'teydik. Bugün Londra'ya geldik, uyandık, çaldık, birazdan yine uçağa binecez Kopenhag'a gidecez. -evet evet tam olarak böyle-

Neyse efendim, gecikmiş bir yazı da olsa, buyrun RHCP'nin Live Earth performansını;

Dünyanın En Güzel 13. Kızına İthafen*

Sıcak bir İzmir gecesi… Deniz kıyısına oturmuş, ay ışığının planktonlarla yaptığı dansı seyrediyordum. Ne ahenkti o, yakamoz dedikleri bu olmalıydı. Dudaklarım yediğim çekirdeğin tuzundan olsa gerek cayır cayır yanıyordu. Su içme ihtiyacı hissettim ve kalkıp çesmeye doğru etrafı seyrede seyrede yürümeye başladım. Çeşmenin başına geldiğimde onu gördüm. Saçlarp kısacıktı, boyu benden yaklaşık 15 cm daha kısaydı ama gözleri, gözleri etraf karanlık olmasına rağmen içimi aydınlatmıstı. Sanki yaşam enerjisi bir fener olmuş içime doluyordu. İçime doldukça da beni bitmiş bir pilmişim gibi şarj ediyordu. Su içmek için yavasça eğildi. O an dudaklarımdan çıkan çıtırtılari –bunlar kıvılcımların sesiydi- unutmuş tamamen ona odaklanmıştım. Birden doğruldu ve göz göze geldik. Hafifçe gülümsedi ve yürümeye başladı.
Bakakalmıştım! Bir an döndü ve;

-“Su içmeyeceksiniz galiba.” dedi.

Afallamıştım. Her an bir kalp krizi geçirebilirdim. Onun bana verdiği gücü toplayarak;

-“İçeceğim fakat güzelliğiniz bana dudaklarımdaki yangını unutturdu.” diyebildim ve suya eğildim. Suyun dudaklarıma temas ettiği anı size anlatamam, resmen buharlar çıkmıştı. Doğruldum ve dudaklarımı kuruladım. (hayvani bir içgüdü olsa gerek.) Aramızdaki mesafe 50 metre ya var ya yoktu. Koşarak yanına gittim ve ismimin Onur olduğunu söyledim. Onunkini sorduğumda ise Çiğdem cevabını aldım. O an olduğum yerde kalakaldım. Çünkü Çiğdem benim 3 sene önce trafik kazasında kaybettiğim kız arkadaşımın ismiydi. İki Çiğdem’i de karşılaştırdım ve birbirlerine cok benzediklerinin farkına vardım. Sanırım beni etkileyen bu olmuştu. Belki de bilinçaltım bana hep aynı oyunu oynayacaktı, kim bilir? Çünkü 6 ay önce de benzer bir olay yasamış ve gözlerimi hastanede açmıştım. Kısaca anlatayım. Gördüğüm halusinasyonmuş, hayalimde oluşturduğum Çiğdem’in peşinden koşarken kendimi yolun ortasında bulmuş ve Doğan görünümlü bir Şahin'in bana çarpmasıyla kendime gelmiştim. Tabii komaya girmeye ne kadar kendine gelmek denirse!!! Neyse, ama bu sefer olanlar gerçekti çünkü terliyordum, ayrıca kolumu cimcirdiğimde acıdığını hissetmiştim. Çiğdem’e birlikte kahve içmeyi teklif ettim. Hem kahvelerimizi yudumlarken birbirimizi daha iyi tanıyabilecektik. Köşedeki kahveciye girdik ve kahvelerimizi istedik. Ona nerede okuduğunu sordum. Cevabın Istanbul olması beni pek şaşırtmamıştı çünkü ben de Ankara’da bir yatılı okulda okuyordum. İzmir’e tatil için geldiğini söyledi. Ona nerede kaldığını sordum. Halasının evinde kalıyordu. İzmir onun için bir tutkuydu. Vaktin geç olduğunu söyleyip, eve gitmesi gerektiğini dile getirdi. Evine bırakmayi teklif ettim. Belki arabam yoktu ama kalbim ikimizi de taşıyabilecek kadar genişti. Kibarca reddetti. Aslında onu yadırgamadım. Onun yerinde ben de olsam aynını yapardım. Onu otobüse bindirdikten sonra ben de eve gitmek üzere yola koyuldum. Konak’tan Şirinyer’e yürüyerek gitmek akıllıca bir iş değildi. Çünkü işin içinde varyantı çıkmak vardı. Küçükken hep korktuğum varyantı…

Söylemiştim ya Çiğdem beni şarj etmişti, onu düşünerek eve gittim. Zamanı anlamamıştım bile. Eve geldiğimde saat 23.30 olmuştu. Yani bir saat boyunca yürümüştüm. Hemen soğuk bir duş aldım ve yatağa yattım ama onu düşünmekten uyuyamıyordum. Salak kafam numarasını istemeyi bile unutmuştu. Artık onu hiç göremeyecek olduğumu düşünmeye başlamıştım ve bu düşünce beni daha da karanlıklara itiyordu. Uyumadan sabah olmuştu.

Artık yatiımazdi çünkü –İzmir’de kalanlar bilir- sabah güneşi kimseyi uyutmazdı. Panjur olsun yada olmasın o sabah güneşiydi ve görevini yapmalıydı, yani insanları uyandırmalıydı. Yatağımı topladım ve kahvaltı ettim. Öğleden sonra okuldan arkadaşım olan, hakikaten kişilik sahibi bir insan Reha ile buluşacaktım. Reha’nın 2.5 aylık Ceysi adında, kuyruğu kesik bir Saint-Bernard’ı vardı. Reha ile birlikte Polis Koleji'nin yanındaki bilardocuya gittik. Ona Çiğdem’i anlattım. Bana,

-“Hayal görmediğinden emin misin?” diye sordu.

Ben de,-“Tabiki eminim” diye karşılık verdim.

Ondan ayrıldığımda saat 17.00 olmuştu. Eve gittim, yemek yedim ve akşam dışarı çıkmak için hazırlandım. Yine aynı yere gidecektim, belki Çiğdem’i görebilirim diye ve nitekim gittim de ama o gelmedi. Saatin 00.00 olmasına rağmen gelmedi. O saatten sonra hiç gelmeyeceğini düşünerek eve gitmek üzere otobüs durağına yöneldim. Konak dolup taşıyordu. Herkes eşini-dostunu almış, kendini deniz kenarına atmıştı. Otobüs durağının köşesinde sessizce beklerken birden omzuma bir elin dokunmasıyla irkildim ve yerimde zıpladım. Korkmamak elimde değildi çünkü korku hissedilmesi gerektiği için insana verilmiş bir duyguydu. Yavaşça arkamı döndüm. Birde ne göreyim, sokak çocukları etrafımı sarmıştı. Onlara verecek param olmadığını söyledim. Bu nasıl bir cesaretti, yollarda insanlar cirit atarken birinin etrafını çevirebiliyorlardı. Oradan geçen bir polis arabası durumu fark etmiş olacak ki sirenlerini açtı, tabii çocuklarda hemen dağıldı. Otobüse bindim. Telefonum çaldı, arayan kuzenimdi ve eve geç kaldığımı söylüyordu. Ben de ona gelmek uzere oldugumu söyledim. Telefonu daha cebime koymadan yeniden çaldı. Tanımadığım bir numara arıyordu, gecenin bu saatinde kim olabilirdi ki? Telefonu açtım. Hoş bir bayan sesi kulağımda çınlıyordu ama ben ne dediğini anlamıyordum. Kendimi toparladım. Arayan Çiğdem’di. Peki bu nasıl oluyordu, telefonumu nasıl bulmuştu? Telefonumu nereden bulduğunu sordum. O da benim verdiğimi söyledi, doğru ya ben vermiştim, böyle bir ayrıntıyı nasıl unutmuş olabilirdim, bir an için kendimden utandım. Önce rahatsız ettiği için özür diledi, daha sonra da benimle konuşmak istediğini söyledi. Aksam 18.30’da beni onu ilk gördüğüm yere çağırdı. İyi geceler diledi ve telefonu kapattı. –Unutmadan söylemek isterim ki, telefonumu ona verdiğimi aslında ona vermediğim için hatırlamıyordum. Onunla birlikte yürürken, uzun yıllardır görmediğim bir arkadaşıma tesadüf etmiştim ve ona numaramı vermiştim. Yani Çiğdem’de o sırada almış olmalıydı.- Mutluluktan havalara uçuyordum. Eve gittiğim gibi yattım. O günümün sabah saatlerini aynaya bakarak geçirdim. Gittigimde saat altı olmasına rağmen beni orada bekliyordu. Sanırım o da benim gibi sabredememiş ve erken gelmişti. Gerçi bunu hiç kendisine soramadım. Sanki bana verilen soru sayısı sınırlıydı da, ben böyle boş sorularla hakkımı kullanmak istemiyordum. Doğum gününün 23 Nisan olduğunu öğrendim. -Tesadüfe bakın bir bayram günü. Eminim ki bayram o gün Çiğdem doğduğu için bayramdı.- Daha çok vardı. Biz Temmuz'daydık. Doğum günü Nisan'da. Dile kolay 9 ay. Şehremini Lisesi’nde okuyordu. Büyük bir ihtimalle okutman olacaktı ama bir ihtimal tercümanlık da vardı gönlünde. İstanbul mu, Ankara mı hala karar verememişti. Benim anladığım kadarıyla Ankara daha baskındı kafasında. Bir ablası, bir de abisi vardı, küçük bir de kardeş geliyordu onu zaman zaman hayattan bezdirecek, zaman zaman da hayata bağlayacak. Bunlari niçin öğrendiysem?Annesinin adı Nurşen'di sanırım, belkide Nurten. Bu arada bu sefer telefonunu almayı unutmamıştım.

2 yıl sonra…

Hani derler ya 3 tip insan vardır. Birincisi ekmek gibi, su gibi surekli ihtiyaç duyulan, ikincisi ilaç gibi, sıkıntılı günlerde ihtiyaç duyulan, üçüncüsü ise mikrop gibi hiç istenilmediği halde insanın burnunun dibinde sürekli bitiveren. O benim için birinci tipten bir insandı, ben ise onun için üçüncü tipten. (Hala kesinlik kaza- ya ben kimi kandırıyorum bariz böyle işte.) Hala benimle konuşmaya devam ediyordu gerçi. En sonunda ona kendisini deliler gibi sevdiğimi söyledim. Aşkıma karşılık vermemişti. Neden olarak da aramızdaki mesafeyi göstermişti. Yani onun için kilometreler engel teşkil ediyordu. Benim için ise paraleller bile önemli değildi. Aşkı ne engelleyebilirdi ki??????

Merhaba ben Reha. Bu günlük onundu. Adı geçen kızla tanıştığı gün yazmaya başlamıştiıve 2. yılında hayata veda etti. İntiharının sebebini açıklayamadılar ama sanırım siz anladınız. Kendini varyanttan aşağıya bırakmıştı. Küçükken hep korktuğu varyanttan…

*: Doğu Yücel'den esinlenilmiştir.

Belki biraz...

Dengesizim. İnsanın bana kendini çok yakın hissettiği anların akabinde, o kadar uzak kalabilmeyi beceriyorum ki insan o yakın olunan anların bir çeşit yanılsama olduğunu düşünmeden edemiyor. Fakat bunu nasıl bir karakteristik özelliğe vurmalıyım bilmiyorum. Belki biraz münzeviyim??? Belki biraz...

Bu post da live earth ile guzel ve dahi'den onceki son post'um olacak muhtemelen.

I Loved You

I loved you,
And i probably still do,

And for a while the feeling may remain...
But let my love no longer trouble you,
I don't not wish to cause you any pain.”

Alexander Sergeyevich Pushkin

Bir önceki şiir ile çelişiyormuş gibi görünüyor değil mi? Peki ya anlattıkları? İkisinin de aynı şeyi anlattığını hepimiz görebiliyoruz değil mi? Her ne kadar Pushkin'in bu şiiri ingilizceye farklı farklı bir sürü şekilde çevirilmiş olsa da ana fikir bu. Rusça bilenler için, şiirin adı "i loved you". Belki okuduktan sonra bize de bir çevirisini yaparlar. Bir de türkçesini okumuş oluruz. Her neyse efendim, yazmak istediğim bu şiir hakkında aslında pek bir şey yok, ama yine de bana hissettirdikleri önemli. Bir önceki L&M alıntısının üzerinde yerini bulması da tamamen bir tesadüf sonucu oldu. İyi bir tesadüf... Biz bu tesadüfe Beliz diyoruz. Bel iz. Belleğimizdeki iz yani. Hayatımızı yönlendiren bilinçaltımızın izi, yapacaklarımıza yaptıklarımızdan şekil veren belleğimizdeki iz.

Seni sevdim... Ölesiye. Evet, belki çok klişe, çok ağır abi lafı "ölesiye sevmek", ama ben kavram olarak kendi başına bırakmadığımı düşünüyorum, içini doldurdum "ölesiye"nin.

Sen beni sevmedin, hayatıma son verdim. Yeniden doğdum biliyor musun? Ben senin geri dönen bebeğinim çünkü. Hep seni seveceğim, hep de öleceğim. Sen beni sevemeyeceksin ama, sevgim sana acı verecek ve sen sadece benim bu karşılıksız sevgim altında ezildiğin için yüzüme bile bakamayacaksın, yo yo, bakmayacaksın! Ölümüme terkedeceksin beni! Daha önce pek çok kez yaptığın gibi. Acı vereceksin bana, acı verdikçe de daha çok aşık edeceksin kendine. İşte bu yüzden geri dönüşümlü bebeğinim ben. Acıyla ölen, acıyla doğan. Hem de kendi küllerinden. Zümrüdüanka da olabilirdim. İnsan olmayı seçtim. Seni sevmem gerekiyor çünkü. Bütün o özgürlüğü, kutsallığı sana tercih etmedim ve ben tekrar yanmaya hazırım. Kartalım ben, insan kartal. Uçmaya hazırım, koordinatlarımı veremeyeceksin sen yuvam. Yere çakılıp öleceğim. Seni yine de seveceğim.

I loved you,
And i probably still do!

Pushkin severler bizi cahil sanmasın diye zorunlu post script: Bu şiir iki kıta lan aslında! Isı ile sıcaklık arasındaki farkı hâlâ bilmiyorum ama... Virginia Woolf'a sevgiler...

(S)he Shot Me Down Bang Bang

Seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
Öğren susmasını ve ağlamamasını.
Bir kavanozun içinde mavi bir gül yetiştir,
Her gün daha çok yaşayan.
Bir masalın ağzını kapat ve yatgeniş odalarda.
Bir oksijen çadırında.
Ona kötü bir şey olsun istedim.
Bana aşık olsun istedim.”

Beni bir gün en yakınım ele verdi.
İyi ki biliyordum ben susmasını.
İyi ki biliyordum ben ağlamamasını!

Kavanozun içine koymadım da, kutusunda bıraktım gülümü. Üstelik benim gülüm mavi değil kırmızıydı. "At!" dediler, atmadım. Atamadım. Onun gülünü nasıl atardım? Onu nasıl atardım? O gül, gülçinlerin topladığı olan, duracaktı kutusunda zamansızca. Masalımın ağzını kapatamadım ben, taşıyor her gün üstünden ve zamanla kurtlanacak da. Yenilmez, dinlenilemez bir masala sahip olacağım, sırf geniş odalarda yatma korkum var diye!

Ben bir oksijen çadırında sarhoş olmak istiyorum. Gülümün kokusunu ancak sarhoşken alabiliyorum, içime doyasıya çekiyorum. Bir sonraki çadıra gelişim belli olmaz çünkü benim!

Ona kötü bir şey olsun istedim.

Bana aşık olsun istedim.

Rüyalarda

Yine karşıda ab-endam,
Bakmaya doyamam, gözlerinden başka yere bakamam.
Yine karşıda anber-nisar,
Herşeyden güzel sadece o kokar.

Dark Journal: The Longest Journey

Bugün itibariyle Karadere'de stajıma başladım. Gayet güzel geçti galiba ilk günüm. Yani öyle sanıyorum, o yüzden galiba dedim. Çalışma ortamına ve insanlarına da alıştım daha ilk günden. Çünkü iyi insanlar hepsi de. Ya da ilk günüm diye öyle davranmış da öyle olabilirler, bilmiyorum. (Lan?!? Yoksa!?) (Yok canım! ehhe he eh) (Lan?!)

Aslında ulaşım dışında herşey normal geçti. Çünkü oraya ulaşmam için mecburi olarak belli bir yerden sonra kamyona binmek zorundayım. Zaten asıl macera burada. Kamyon şoförleri....

Hepimize ilk başta kamyon şoförü itici gelir. Ama gördüm ki adamlar gayet neşeli ve hoş sohbet insanlar. Herşeyi konuşabiliyorsun. Hatta dönerken bindiğim kamyonun şoförü o kadar saf ve iyiydi ki ailesinden bahsetti bana. Kızı varmış, liseye başlamış. Üniversite okuyacak gibi gözüküyor ne dersin okutayım mı sence dedi bana. Adam taşradan geldiğini de açıkça ifade ediyor ve şehirdeki bu rahat yaşamdan çekiniyor tabi, bunu da söylüyor zaten. Burada normal olduğunu bildiği halde, ona garip geldiğinin farkında yani. Bir kızı daha varmış, kız babasına okumak istemediğini söylemiş ve onu 19 yaşında nişanlamış. Dedim ki, abi ne yaptın sen... O da birşey mi benim 19 yaşında iki çocuğum vardı dedi. Aman abi dedim bu kızlarına söyle de öyle olmasın. Söylicem dedi, yaşın küçük ama görüşüne saygı duyuyorum dedi. Adamlar çok iyi anlayacağın kara günlük. Beni Akköprü'ye kadar bıraktı sağolsun. Hele bir de ben indikten sonra, korna çalıp el sallayınca o an anladım ki, 40 yıllık kankam oldu çıktı bana...

Bakalım staj süresi boyunca daha nasıl yol hikayelerim olacak?

Geçmiş Olasıca!!

Morla denen yaratık sarhoşken kaldırımdan düşüp sol el başparmağını kırmıştır. Acil şifalar diliyorum.

Şaka lan şaka! Lan mal mısın sen? Kaldırımdan düşüp parmak kırılır mı? Hayır insan bi sandalyeden falan düşer dönerken, eğlencesi olur işin. Dümdüz yürürken düş sen, olacak iş mi...

Şaka lan şaka! Geçmiş olsun...

Boşluğu Hissederken...

Hayat o kadar değişik bir şey ki, kimi oyun sanarak yaşıyor, kimi gereğinden fazla ciddiye alarak... Ama bir şekilde sımsıkı sarılıyoruz ona... En ufak bir şey olduğunda ise isyan ediyoruz.. Kimi zaman lanet ediyoruz. Zaten ağlayarak gelmedik mi dünyaya?

Değerini bilmediğimiz şeyler oluyor, ya da elimizin tersiyle ittiğimiz şanslar.. Bir yenisi gelmiyor hiçbir zaman, geldiğinde ise bir öncekinin yerini asla doldurmuyor...

Nedense mutsuz olduğumuz anlar, mutlu olduğumuz anlardan daha fazla oluyor. Ya da biz öyle yaşamak istiyoruz.. Belki de mutlu olmayı tam anlamıyla beceremiyoruz...

Galiba biz yaşamayı bilmiyoruz...

Hayatı Yaşayın!

Şimdi ortalama 68 yaşına kadar yaşadığımızı düşünelim. (Sanki hesaplayıp da bu yaşı bulmuşum hissi var 10'a ya da 5'e bölünebilen bi sayı olmadığı için ama tamamen kafadan atılmış bi sayıdır) Bu 68 yılın kabaca gün ve saat hesabını yapmicam, çünkü hesapladım. 24837 gün ediyor. Sadece saate indirgersek 596088 saat kalıyor elimizde. Yani düşünün koskoca bir ömür sadece 600bin saat. Bakın farkettiyseniz bunu yuvarladım ve ömrümüz biraz daha arttı :p

Aslına bakarsak çok az ömrümüz var gibi geliyor değil mi? Bu düşüncemiz bizi birşeylerin farkına vardırmaya da başlamıştır öyleyse. Buradaki asıl amacım şu; hiçbir şeyi ertelemeyin, bir sonraki güne bırakmayın! Düşünün bir, eğer yapmayı çok istediğimiz birşeyi bir sonraki güne ertelersek, 24 saat daha ömrümüzden boş bir şekilde geçmiş olacak! Boş işlerle uğraşmayın. Bazılarınız diyebilir, "internet başında oturup bunu yazıyorsun ne geçiyor eline?" Bir bakıma haklısınız diyebilirim ama bu şu an için benim istediğim şey. Yani ben bunu yazmayı istiyorum, o yüzden de benim adıma vaktim boş geçmiş olmuyor. Televizyon izlemeyi istiyorsunuz, izleyin. Ama bunu abartmayın, bağımlısı olmayın yani. Günde 3 saat televizyon izlediğinizi düşünelim, böylece 74511 saatimiz daha yokolmuş oluyor. Uykuyu da buna dahil edelim. Günde 8 saat uyursa normal bir insan, (bu benim için doğru değildir) 198696 saat de uykuda geçmiş oluyor. Aslına bakarsanız sadece uykuda kaybettiğimiz zamanı çıkarırsak, bize bilincimizin açık olarak kaldığı bir 397392 saat kalıyor. Bunun gibi birçok hesap yapıp ömrümüzden eksiltebiliriz. =)

Peki bize kalan bu 400bin saati nasıl harcamalıyız ki hayatımız monoton olmasın? İşte asıl önemli olan nokta da bu zaten. Bunu kendimiz yaratıyoruz. Yani nelerden zevk alıyorsak yapmalıyız. Tabi ki ertelemeden. Mutsuz olduğunuz bir şeyi uzunca sürdürerek vaktinizi boşa harcamayın. Mutsuz olduğunuzu hissettiğiniz anda onu bitirin.

Hepimiz yaşamın kıyısındayız aslında. Denize atlayıversek ölüp gidicez. Yani öleceğimiz kesin! Bari batmayı beklemek yerine, çırpınıp çabalıyalım. Ölmenin de hakkını verelim yani. Boşa vakit kaybetmeyelim!!

Hala yeterince saatimiz ve günümüz var. Çok geç kalmadan bu saatleri dolduralım...

Kurtuluş

Esir olmamaktır bağlandığın şeye. Çıkış yolunu bulmaktır. En önemlisi de iradene hakim olmaktır kurtuluş. Araç değil amaçtır. Kurtulmak için önce istemek gerekir elbet. Farketmek gerekir bazı şeyleri. Şayet ki kendin farkedemessen, farkettirenleri, farkettirmeye çalışanları farketmektir. Bir nevi yeni bir başlangıçtır aslında. Dinlemesini bilmektir...

I'm Not Sick, But I'm Not Well...





İzlediğim en güzel amatör kliplerden birisi bu video. Şarkının ismini de vermem gerekirse
-ki ben kendim gerekli hissettim- Harvey Danger - Flagpole Sitta
Klibin başında görülen kızın (Amanda) söylediği üzere bir mesai sonrası çekilmiş bu video. Çalıştıkları şirketin adı Connected Ventures. (Hayır neye yaricaksa bu bilgiler)
Her an yokolup gitme isteğim var, toz olup dağılayım, karışayım havaya istiyorum.
Rüzgarı arkama alıp, gidebildiğimce gideyim.
Çok uzaktaki çilek kokusuna ulaşayım diye.