Kızılay'da Clubber Olmak

Son zamanlarda sürekli Kızılay’da clubber olmanın insana kattığı huzur ve asaletten bahsediyordu. Vurdumduymaz bir kalabalıktan biri olmamanın verdiği güvenle yetişmişti. Siyah yüzüğüyle taçlandırılmış ‘‘clubber oğlu clubber’’ bir görünüşü vardı ama yıllar yılı metal ve hard rock ile bezenmiş bir kültürden geliyordu. Aynı zamanda vahşi batının en hızlı kovboyuydu. İnce telli, kumral ve alabildiğine uzanan yağlı saçları vardı. Biraz da magandaydı. Bundan yaklaşık beş sene önce desteklediği takımın gol atmasının ardından şehvetle balkona çıkmış ve 7-8 el ateş etmişti. Mermilerden bir tanesi masum bir köylü kızına isabet etmişti. Ve hayatının kadınını ilk kez işte o gün görmüştü. Böyle mükemmel bir kızı nasıl olmuş da gaddarca, yabanice ve bir öküz misali vurabilmişti. Yaptığı magandalığın verdiği rahatsızlık ve pişmanlıkla mı bilinmez ama kıza karşı aşırı bir ilgi duymaya başlamıştı. Sanki attığı kurşun kızın omzuna değil de kendi kalbine gelmişti. Kalbi acıyordu. Bunun adı aşk olmalıydı...

Güzeller güzeli köylü kızı, ambulansın o baş ağrıtan sesiyle yankılanan sokakta acılar içinde yattığı sedyeden onu kesiyordu. Evet, kız da ondan hoşlanmıştı. En azından o öyle düşünüyordu. Ama bir sorun vardı. Kızın bu denli acı içinde yatmasının tek bir sorumlusu vardı ve o da kendisiydi. Kıza açılsa, tüm hissettiklerini söylese bile, ona onu kendisinin vurduğunu nasıl açıklayabilirdi. Açıklamasa işler daha da kötü olabilirdi. Çünkü aşık olduğu kızı vurmuştu ve bu kızla muhtemelen büyük bir aşkın içine bodoslama dalacaklardı. Çünkü aşkı karşılıksız değildi. İşte tüm gece yatağında bunları düşündü, uyuyamadı. Bu acıyla nasıl uyunurdu ki?

Artık gün ağarmaya başlamıştı. Aklına bir fikir geldi ve kareli pantolonunu giyip saçını da yaptıktan sonra hastaneye doğru yol almaya başladı. Otobüse bindi ve farketti ki yol parası yoktu. Ancak o gün çok şanslıydı. Çünkü otobüste en iyi arkadaşını gördü ve otobüs parasını ona ödettikten sonra bu yetmemiş gibi arkadaşından 50 $ daha aldı. Sonra hastaneye 50 metre kala şoförün suratına bir yumruk atarak otobüsü durdurdu. Hâlâ magandalık yapıyordu, ama bu kez bir fark vardı, aşkı için yapıyordu. Otobüsü durdurmasının sebebi gördüğü çiçekçiydi. Çiçekçinin yanına artist artist sokuldu ve ‘’ Bir demet papatya kaç para abla ?’’ diye sordu. Çiçekçinin verdiği cevap hoşuna gitmemişti. Bir demet papatya nasıl 10 lira olabilir diye düşünmeden edemedi ve çiçekçiye ‘’ Bende 3 lira var, olur mu abla? ’’ diye sordu. Aldığı ret cevabından sonra ‘’Aaa 2 lira da şu cebimde olcaktı ‘’ diye çıkıştı. Çiçekçi bezgin bir sesle ‘’tamam yahu ver 5 lira al şunu, sıktın ama sabah sabah ‘’dedi. Bunun üzerine cebinden arkadaşının verdiği 50 $’ı çıkardı ve çiçekçiye uzattı. Çiçekçi şaşkın ve sinirli bir ifadeyle uzun uzun bizim ‘gothic clubber’ı süzmeye başladı. Bizimki, her zamanki gibi çiçekçinin kendisine hoşlandığı için baktığını sandı ama çiçekçinin eline bir süpürge alıp kovalamaya başlamasıyla durumu anladı. Bu kez magandalık yapmayıp efendi efendi kaçmaya başladı ve çiçekçiden kurtulmayı başardı.

Bir dövizci bulup parasını Türk Lirasına çevirmeliydi. Uzun arayışlardan sonra bir dövizci buldu, gereksiz ve kafa karıştırıcı bir konuşmadan sonra dövizciyi kandırıp alması gerekenden daha fazla para alarak oradan ayrıldı. Ardından vakit kaybetmeden bir pastane buldu ve sevdiği kıza güllaç aldı. Ardından bir bakkala girip yine sevdiği kız için ekmek arası kaşar-salam yaptırdı ve kızın boğazında kalmasın diye bir de cappy tropik aldı. Ve artık hastanedeydi. Ufak bir çakallıkla sevdiği kızın yattığı odayı bulmayı başardı ve kapıyı kibarca 3 kez tıklattıktan sonra içeri girdi.
to be continued...
japon konsolosu

Ey Sevgili Okur!..

Uzun zamandır yazamadım okur! Tamam, sen de haklısın. Her an merakla açıyorsun blogu yeni neler yazmış bakalım bu sneyl diye ama yok işte, yok! Küfür edip kapıyorsun sayfayı haliyle. Sen de haklısın. Senin işin de zor be okur! Bak şimdi; işler öyle göründüğü gibi değil. Neler geldi başıma neler...

Çaresi bulunamayan bir hastalığa yakalandım. Sesim değişti. Artık eski sesim yok. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni sesimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur bununla bitmiyor... Geçen hafta sonu mangal yapmaya gittik. O da ne!?! Yüzümün yarısı yandı. Ameliyat oldum. Artık sneyl eski sneyl değil. Kendimi tanıyamaz oldum. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni tipimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur okur, daha dur! Bununla bitse yine iyi... Bitsin artık evet. Çok salladım. Yeter bu kadar. Ne yapayım ama, öyle bir anda yazasım geldi uzun süre yazmadan geçince. Her neyse, asıl sebep şudur ki okur, vizeler yüzünden yazamadım. Sorsanız, çok mu çalıştın? Nereye çalışıcam yaa yörü get diye terslerdim sizi ama işte okurumsunuz, saygıda kusur etmemem lazım. Zaten bir bölümün ilk vizeleri bir ay sürer mi ya. Gerçekten inanılmaz ama oluyor işte bazen. Kader... Kısmet...

Gelelim bu yazının asıl amacına. Hep okur okur deyip durdum. Boşa demedim ben onu okur. Bak şimdi ne diyeceğim sana. Dikkatli dinle beni.

Artık yazı tarzında biraz değişiklik yapmak lazım dedim kendi kendime. Yani tarz derken, genelde depresif olan şu yazılardan bahsediyorum. Hayır, ben o kadar depresif değilim ki, ne oluyor yani bana? Kimim ben? Düşündüm, taşındım, ölçtüm, biçtim, tarttım, danıştım, paylaştım, dinledim, bekledim, oturdum, kalktım ve sonuçta çok önemli bir karara imza attım. Diyorum ki artık blog serbest olmaktan çıksın ve çok serbest olsun. Bir nebze bu depresif hava ortadan kalksın. Hayır, yazılmayacak mı depresiflikler, hikayeler, rüyalar? Tabii ki yazılacak. Sadece ana konu o olmayacak artık. Hah! Bi' dakka ya.. Okur! İşte sana da danışıyorum ben aslında. Bak onu söylemeyi unuttum ben. Ne dersin böyle yapayım mı? Lütfen yorumlarınızı yazın da bir nebze mutlu olayım. Gerçi yorum yazmazsanız da bildiğimi okurum ben.

Neyse asabileşmeden bu postu bitirmeliyim. Görüşürüz okur!

...Ve Saat 01:10

hmmm... Kahve zamanı gelmiş.
-yataktan kaçmak- Ekranıma yapışmış vaziyetteki renkli kağıtları süzdüm. Ah evet, 1 tanesini söküp atma zamanı! Henüz bitirmem gereken ezber çalışmalarım var. Önümde koca bir gece beni bekliyor biliyorum. Bu gece Jezebel’im beni özleyebilir.

Arkadan Modest Mouse mırıldanıyor. Işıkları söndürdüm, mumlarımla birlikteyim. Ders çalışmak zevkli. Aslında değil! Gözümü kapatıp renkli kağıtların hepsinin monitörümden söküldüğü anı hayal ediyorum. Huzur doldu ruhum. Evet, o renkli kağıt parçaları benim vize tarihlerim.

Bir dakika! O ses neydi?
Kettle suyun kaynadığını söylüyor.
Kahve zamanı gelmiş. Çarşamba da gelmiş.

Kahve yudumlarken John Frusciante – Wednesday’s Song dinlemeli...

Aşk, Gezegendeki Bebek!

- Yakaladım seni!
+ ...
- Hahayt! Bu sefer elimden kaçamazsın.
+ ...
- Yine yanıldım. Gerçek değilmiş...


Yarı uyur vaziyetteki saçma sapan rüyalarımdan bir tanesi daha. Anlatsam senaryo olacak yine biliyorum. Uykuya dalmalıyım. Yeni işim bu olmalı. Uyuyayım, rüya göreyim, sonra da yapımcılara anlatayım. Yattığım yerden para kazanmanın bu tabire daha uygun başka bir yolu varsa beni uyandırın.

Söz vermediğim şeyler için söz vermişim gibi bir dayatma var bana karşı. Daha doğrusu vardı. Yazının başındaki sözler bana ait değil aslında. Ben üç nokta olmuşum haberim yokmuş. Ama sarhoş olunca güzel oluyor, üç nokta olduğunu söyleyebiliyorsun karşındakine. Böylece ölü bedenin ile birlikte hissiz bir şekilde konuşabiliyorsun. Bir bakıyorsun ruhun yukarıdan seni izliyor. Gel buraya bebek diyorum! Evet bebek! Yeniden yakalamaya gitmelisin, bu kez gerçek olanını. Ben de uyumalıyım. Çünkü uyurken bulacağım senden daha güzel olanını..