Bir ayı daha bitirmenin verdiği sevinç ve hüzün... Her ayın sonunda yapmadığım gibi ilk defa bir ayı uğurluyorum burada. Ama yine bir amacı var bunun. Bilirsiniz asla amaçsız, seaçma (yanlış yazmadım bilerek böyle) sapan işlerle uğraşmam. Uğraşır mıyım? Aşkolsun.
Bu blogu açalı 1 sene olmuş, hatta geçmiş. İşte, normalde bunu geçen ay yazmam lazımdı. Yazmamışım, unutmuşum. İnsanım sonuçta. Yani maksat, aman efendim 1 seneyi doldurdu blog. Takip ettiğiniz için teşekkürler. Takibe devam, aman peşimi bırakmayın gibi cümleler sarfetmekti. Olmadı. Yapamadım. O yüzden içimde kalmasın dedim.
Ağustos geliyor. Bu da benim için demek oluyor ki; tatil geliyor. Ağustos ayında pek göremeyeceksiniz beni. Belki bir blogger status olsaydı, oraya yazardım tatil diye. Yok işte ne yapayım. Ben mi yazayım şimdi oturup kodunu? Aşkolsun. Tatildeyim ki ben. Şşş! Okur! Görüşürüz hadi.
Arada bir hatırla yine, gel uğra.
Bakarsın yeni şeyler bulursun burada.
Aloha!
Ailemin Estetik Kaygıları
Kahvaltısını etmiş, çay sefasını yapmış ve bilgisayarının başına geçmiş oturuyordu. Sakin, rahat, huzurlu. Evde oturulabilecek en açık saçık şekilde, bir diğer tabiriyle saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde, sandalyesinde oturuyor, güle güle sözlük okuyordu, ta ki zil çalana kadar. Önce şaşırdı. "Allah allah, pazar günü bu saatte bize kim gelir ki?" diye geçirdi aklından. Kardeş, anne ve baba meşgul olduğundan, pencereye doğru yöneldi. Yavaşça başını dışarıya doğru uzattı. Yine o bir türlü ısınamadığı, karpuzcuyla bağlantısını kuramadığı teyze çalmıştı zili.
"Oğlum!" dedi, "Karpuzcu geldi de, alacaksanız...".
Usulca "Peki, teyze. Bir annemlere sorayım." diye yanıtladı.
İçeriye döndü ve
"Babaaaa, karpuzcu gelmiş, alacak mıyız?" diye çığırdı.
Gelen cevap annesine aitti,
"Hadi oğlum, bir koşu in de iki tane alıver güzellerinden."
Cevap verdi oğlu, "Ya anne ne karpuzu ya? Aşalım artık karpuzu, başka meyvelere yönelelim. Kim inecek zaten şimdi aşağıya? Ben bu halde inemem.".
En sevdiği mor karl malone t-shirt'ü ve beyaz üstüne siyah desenli süper-mini şortuyla dolanmaktaydı çünkü.
"Ee oğlum ne güzel üstün başın, öyle iniver işte, zaten kapının önü kim görecek?" dedi annesi.
O eskiden dışarıya yırtık kotla çıkmak istediğinde, "Oğlum ne güzel pantalonların var niye yırtık pırtık olanı giyiyorsun? Valla seni değil beni ayıplarlar." diyen anne sanki bütün estetik kaygılarından sıyrılmış, hayatı sallamaz hale gelmiş ve oğlunu karpuz almaya yollamak için ikna etmeye çalışıyordu.
"Ne, hı?" diye şaşırdı çocuk. "Anne bu sen olamazsın" diye söylendi içinden.
Üzerini değiştirmemek aslında onun da işine geliyordu. Fazladan bir de üst-baş işi çıkmayacaktı çünkü. Kapıyı açtı ve anneannesinin hacdan dönerken getirdiği siyah parmak arası terliklerini geçirdi ayağına. Normalde kullanmazdı o terlikleri, ama "Madem battık tam batalım" diye düşünüyordu bu sefer. Teker teker indi merdivenleri. Dış kapıyı açtı ve karpuzcunun yavşak gülümseyişiyle karşılaştı.
"Abi," dedi karpuzcu, "Kaç tane vereyim?".
"İki tane, güzellerinden olsun ama hep senden alıyoruz bak." diye yanıtladı karpuzcuyu.
Artik ikisi de yavşak yavşak gülüyordu. Karpuzcunun yapacağı satışın sevincine değil de, kendisine güldüğü aklına geldi bir an. Sonra "Yok lan, olamaz. Kendisi de takım elbiseyle satmıyor sonuçta karpuzu." dedi. Aldığı karpuzların parasını ödedi ve yukarı çıktı. Aklında mahalledeki kaç kişinin onu bu şekilde gördüğü sorusu yankılanıp duruyordu. Bu kez aldırış etmeyecekti. Nasılsa annesini ayıplarlardı. Yoksa o çocukken miydi? İçine bir kurt düştü, ama sessiz kalmayı tercih etti. Eve girdi ve karpuzları mutfağa bıraktı. İçeri döndü. "Getirdim karpuzları." dedi annesine. O anda babası onu bitiren cümleyi kurdu:
"Oğlum bu halde inilir mi hiç aşağıya!!!"
Bu yazıya daha önce tesadüf edenler için geliyor; o kişi, bu kişi. Hangimiz er kişi?
"Oğlum!" dedi, "Karpuzcu geldi de, alacaksanız...".
Usulca "Peki, teyze. Bir annemlere sorayım." diye yanıtladı.
İçeriye döndü ve
"Babaaaa, karpuzcu gelmiş, alacak mıyız?" diye çığırdı.
Gelen cevap annesine aitti,
"Hadi oğlum, bir koşu in de iki tane alıver güzellerinden."
Cevap verdi oğlu, "Ya anne ne karpuzu ya? Aşalım artık karpuzu, başka meyvelere yönelelim. Kim inecek zaten şimdi aşağıya? Ben bu halde inemem.".
En sevdiği mor karl malone t-shirt'ü ve beyaz üstüne siyah desenli süper-mini şortuyla dolanmaktaydı çünkü.
"Ee oğlum ne güzel üstün başın, öyle iniver işte, zaten kapının önü kim görecek?" dedi annesi.
O eskiden dışarıya yırtık kotla çıkmak istediğinde, "Oğlum ne güzel pantalonların var niye yırtık pırtık olanı giyiyorsun? Valla seni değil beni ayıplarlar." diyen anne sanki bütün estetik kaygılarından sıyrılmış, hayatı sallamaz hale gelmiş ve oğlunu karpuz almaya yollamak için ikna etmeye çalışıyordu.
"Ne, hı?" diye şaşırdı çocuk. "Anne bu sen olamazsın" diye söylendi içinden.
Üzerini değiştirmemek aslında onun da işine geliyordu. Fazladan bir de üst-baş işi çıkmayacaktı çünkü. Kapıyı açtı ve anneannesinin hacdan dönerken getirdiği siyah parmak arası terliklerini geçirdi ayağına. Normalde kullanmazdı o terlikleri, ama "Madem battık tam batalım" diye düşünüyordu bu sefer. Teker teker indi merdivenleri. Dış kapıyı açtı ve karpuzcunun yavşak gülümseyişiyle karşılaştı.
"Abi," dedi karpuzcu, "Kaç tane vereyim?".
"İki tane, güzellerinden olsun ama hep senden alıyoruz bak." diye yanıtladı karpuzcuyu.
Artik ikisi de yavşak yavşak gülüyordu. Karpuzcunun yapacağı satışın sevincine değil de, kendisine güldüğü aklına geldi bir an. Sonra "Yok lan, olamaz. Kendisi de takım elbiseyle satmıyor sonuçta karpuzu." dedi. Aldığı karpuzların parasını ödedi ve yukarı çıktı. Aklında mahalledeki kaç kişinin onu bu şekilde gördüğü sorusu yankılanıp duruyordu. Bu kez aldırış etmeyecekti. Nasılsa annesini ayıplarlardı. Yoksa o çocukken miydi? İçine bir kurt düştü, ama sessiz kalmayı tercih etti. Eve girdi ve karpuzları mutfağa bıraktı. İçeri döndü. "Getirdim karpuzları." dedi annesine. O anda babası onu bitiren cümleyi kurdu:
"Oğlum bu halde inilir mi hiç aşağıya!!!"
Bu yazıya daha önce tesadüf edenler için geliyor; o kişi, bu kişi. Hangimiz er kişi?
Sıkıntıdan - 2
Elektrikler hala gelmedi. Blogu sondan başa okuyanlar için uyarı: Bunun öncesinde de bir yazı var!
MP3 playerımı açtım. Red Hot Chili Peppers dinliyorum. Aslında Coldplay dinleyecektim. Fakat, shuffle sağolsun, bana “She’s Only 18” açtı. Ondan sonra RHCP’ye geçiş yaptım. Zaten bir süredir dinlemiyordum. Ayrıca böyle etrafta hiç ses yokken, kulaklıktan dinlemek güzel oluyormuş. Slow Cheetah sırada tahmin edildiği üzere. Her neyse, henüz uyumadım. Saat sabahın dördü. 3 saat sonra karşılamam gereken biri var. Ondan sonra da Su ile kahvaltı. Aaa ondan bahsetmedim hiç. Gerçi bahsetmemek daha doğru. Çünkü bu blogda bahsetmek doğru olmaz. Hayır, başka bir blogum yok. Sadece bahsetmek istemiyorum. Nacizane dostum bilir bu sitenin açılış nedenini. Bir başkasına gerek yoktur. Drivin’ to eat a Carvel Cake deyip bitireceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sadece Slow Cheetah bitti. Slow Cheetah ve Carvel ne alaka? İşte anlayana. Bu arada kolum yandı. Yani teorik olarak. Teknik olarak... Sadece mum alevinde. Kızarıklık. Telaşa gerek yok. Kokladım. Mum! Evet, koku hoş. Ancak acı feci.
Sıkıntıdan yazmaya devam etmekteyim. Ancak bir süre pencereden dışarıyı izleyeceğim. Biraz “next track” tuşlamalıyım. Dur! Wet Sand... AK’nin en sevdiği şarkılardan. Henüz ıslak kumda oluşacak bir isim bulamadım ama sanırım bulurum. Yeni isim bulabilirim. Islak olmayan.
04:10
Şarkıyı dinledim bu süre zarfında. Beni etkiliyor. Mükemmel bir şarkı. Şimdi bir shuffle zamanı. Sadece RHCP ve Coldplay ile dolu bir MP3 player bana ne kadar sürpriz yapabilir bilmiyorum ama bu sürpriz hoş oldu. “How You See The World”. Keşke “world” yerine “home” olsaymış. Şşş... Biraz sabır. Anlatacağım. Ya da anlatmam, belli olmaz. Elektrik idaresine bağlı! Sabaha kadar gelmezse anlatırım. Gelirse eyvah! Sımayliğ. ..
Colplay – Lost! dinleyin efenim... ((Akustik olanı tercihimdir...))
04:15
MP3 playerımı açtım. Red Hot Chili Peppers dinliyorum. Aslında Coldplay dinleyecektim. Fakat, shuffle sağolsun, bana “She’s Only 18” açtı. Ondan sonra RHCP’ye geçiş yaptım. Zaten bir süredir dinlemiyordum. Ayrıca böyle etrafta hiç ses yokken, kulaklıktan dinlemek güzel oluyormuş. Slow Cheetah sırada tahmin edildiği üzere. Her neyse, henüz uyumadım. Saat sabahın dördü. 3 saat sonra karşılamam gereken biri var. Ondan sonra da Su ile kahvaltı. Aaa ondan bahsetmedim hiç. Gerçi bahsetmemek daha doğru. Çünkü bu blogda bahsetmek doğru olmaz. Hayır, başka bir blogum yok. Sadece bahsetmek istemiyorum. Nacizane dostum bilir bu sitenin açılış nedenini. Bir başkasına gerek yoktur. Drivin’ to eat a Carvel Cake deyip bitireceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sadece Slow Cheetah bitti. Slow Cheetah ve Carvel ne alaka? İşte anlayana. Bu arada kolum yandı. Yani teorik olarak. Teknik olarak... Sadece mum alevinde. Kızarıklık. Telaşa gerek yok. Kokladım. Mum! Evet, koku hoş. Ancak acı feci.
Sıkıntıdan yazmaya devam etmekteyim. Ancak bir süre pencereden dışarıyı izleyeceğim. Biraz “next track” tuşlamalıyım. Dur! Wet Sand... AK’nin en sevdiği şarkılardan. Henüz ıslak kumda oluşacak bir isim bulamadım ama sanırım bulurum. Yeni isim bulabilirim. Islak olmayan.
04:10
Şarkıyı dinledim bu süre zarfında. Beni etkiliyor. Mükemmel bir şarkı. Şimdi bir shuffle zamanı. Sadece RHCP ve Coldplay ile dolu bir MP3 player bana ne kadar sürpriz yapabilir bilmiyorum ama bu sürpriz hoş oldu. “How You See The World”. Keşke “world” yerine “home” olsaymış. Şşş... Biraz sabır. Anlatacağım. Ya da anlatmam, belli olmaz. Elektrik idaresine bağlı! Sabaha kadar gelmezse anlatırım. Gelirse eyvah! Sımayliğ. ..
Colplay – Lost! dinleyin efenim... ((Akustik olanı tercihimdir...))
04:15
Sıkıntıdan - 1
Elektrikler kesildi. Kafam da hafiften iyi. Garden State izleyecektim aslında. Ancak olmadı. Ne yapalım, kısmet. Bir de düşüncem vardı benim. Garden State izleyip yazı yazacaktım. Çünkü, “house” artık “home” olmamaya başladı benim için.
Aaa! Evet, bak ben sana söylemedim. Garden State benim hayatımın filmi. Bunu bugüne kadar sadece bir kişiye söyledim. O kişi bunu okuyorsa eminim ki, evet o benim diyordur. Hatta diğer bir kişi de – ki o kişi de kendini hemen bilecektir – bunu öğrenecekti, fakat benim yanımda filmi izlemekten sıkıldı. Hala farkına varmadıysa, film izlerken sürekli ileri sararak sonlarına bakan bir kişi olduğunu söyleyebilirim.
Her neyse, aslında Garden State’den bahsetmeyecektim. Çünkü, henüz izlemedim. Yani 2364. kez izlemedim. Tüh! Hevesim kursağımda kaldı. Onu tekrardan izleyip, size taşınma isteğimi anlatacaktım. Doğup büyüdüğüm yerin artık bana ait olmadığına “kesin olarak” karar verdiğimi anlatacaktım.
Yine bir mum ışığı ve yine kendimle başbaşa kaldığım an. Kağıdımın üzerinde kalemimin gölgesi... Hatta ek olarak, bu yazımı bloguma koyma düşüncesi. Elbette koyacağım. İşin ilginç yanı bir kişinin aklımdan hiç çıkmaması. Bu yüzden kusuruma bakmaması gerek kişi ya da kişiler olduğunu da biliyorum. Bakmayın lütfen. Ek olarak, aklımdan çıkmaması derken; yazı esnasında Garden State’den bahsetmem neden olarak gösterilebilir.
Nedendir bilmem okuyucunun yerine kendimi koydum birden. Ne yazıyor bu dedim. Bunu derken de yazmaya devam ettim. Yazanın da saçmalayan biri olduğunu düşündüm açıkçası. Evet bu benim. Hatta bunlar benim. That’s mine değil ama, that’s me! Yani şu an için. Saçmalayan bir insan olduğumu da biliyorum. Yeri geldiğinde ise gayet edebi, edepli şeyler yazdığımı da düşünüyorum. Gerçi ne kadar güzel yazdığım görecelidir. Ben yazılarımı okurken keyif alıyorum açıkçası. Siz de okuyun ama. ((hihihi))
Bu arada yeri gelmişken; tek bir sıkıntım var. Bu yazıyı okuyan her kim ise lütfen yorum yazsın. İsim belirtmesine gerek yok. Hatta anlamlı cümleler kurmasına da gerek yok. Sadece ne kadar okunduğumu bilmek adına kendi çapımda ufak bir test. Biliyorum, çok alakasız bir yerde istedim bunu. Buraya kadar okuduysanız ve bu isteğime bağlı olarak bir yorum yazdıysanız (isimsiz bile olsa), beni çok mutlu edecektir. Bu da yazı arasında nacizane bir isteğimdi. Nacizane kelimesini okuyup aklına sözlük gelen kaç kişi vardır? Sanırım 1. Onu da buradan anmak istiyorum ve Net Piknik + El Paso hesaplarından ötürü teşekkür ediyorum. Bu teşekkür semboliktir aslında. Yani genel olarak ona teşekkür ediyorum. Var olduğu için. Çünkü, benim için ilk sırada olan insanlardan. İlk sırada olan dediğime bakmayın. Şöyle açıklayayım; 4 insanı ilk sıraya koyamıyorum ve onların hepsini bir yapıyorum. Bir döneme yaymam gerekirse, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite. Hepsi yerli yerinde. ((dil çıkaran smiley)) ((kısaca :p))
Eğer yazıyı buraya kadar okuduysanız bir şey söylemek istiyorum. Bu yazıyı okumak size hiçbir şey katmayacak emin olun. Yani buraya kadar okuduysanız devam etmeme şansınız var. Bu yazı sadece beni biraz daha yakından tanımanıza neden olabilir. Yakından tanıyanlar için ise, vay be demek böyle düşünüyor demenize neden olabilir. ((İkinci düşüncem sadece yazıda bahsi geçenler içindir)) Parantez dışı, bahsi geçmeyenler için de geçerlidir aslında. Ne bileyim belki de kendini onun yerine koyan vardır. Ezik! Pardon, ukala oldum. Ne bileyim, benim muhabbetim iyi yani. Okuyun beni. Home-house ilişkisini, taşınma isteğimi de daha sonra anlatırım size. Söz! Henüz elektrik gelmedi. Anlatırım aslında ama sizi sıkmak istemedim. Yeterince uzun bir yazı oldu zaten.
Görüşürüz!
Not: Kafam hafiften iyiydi. İçimden gelenleri yazdım. Bunu en sona yazdım ki yazıyı bir de bu düşünceyle okursunuz belki. Yazı yazmayı ve siz okuyucularımı seviyorum.
Not2: Testimi unutmayın!
Not3: Elektrikler hala gelmedi.
Not4: A4 kağıdı bitirdim.
Aaa! Evet, bak ben sana söylemedim. Garden State benim hayatımın filmi. Bunu bugüne kadar sadece bir kişiye söyledim. O kişi bunu okuyorsa eminim ki, evet o benim diyordur. Hatta diğer bir kişi de – ki o kişi de kendini hemen bilecektir – bunu öğrenecekti, fakat benim yanımda filmi izlemekten sıkıldı. Hala farkına varmadıysa, film izlerken sürekli ileri sararak sonlarına bakan bir kişi olduğunu söyleyebilirim.
Her neyse, aslında Garden State’den bahsetmeyecektim. Çünkü, henüz izlemedim. Yani 2364. kez izlemedim. Tüh! Hevesim kursağımda kaldı. Onu tekrardan izleyip, size taşınma isteğimi anlatacaktım. Doğup büyüdüğüm yerin artık bana ait olmadığına “kesin olarak” karar verdiğimi anlatacaktım.
Yine bir mum ışığı ve yine kendimle başbaşa kaldığım an. Kağıdımın üzerinde kalemimin gölgesi... Hatta ek olarak, bu yazımı bloguma koyma düşüncesi. Elbette koyacağım. İşin ilginç yanı bir kişinin aklımdan hiç çıkmaması. Bu yüzden kusuruma bakmaması gerek kişi ya da kişiler olduğunu da biliyorum. Bakmayın lütfen. Ek olarak, aklımdan çıkmaması derken; yazı esnasında Garden State’den bahsetmem neden olarak gösterilebilir.
Nedendir bilmem okuyucunun yerine kendimi koydum birden. Ne yazıyor bu dedim. Bunu derken de yazmaya devam ettim. Yazanın da saçmalayan biri olduğunu düşündüm açıkçası. Evet bu benim. Hatta bunlar benim. That’s mine değil ama, that’s me! Yani şu an için. Saçmalayan bir insan olduğumu da biliyorum. Yeri geldiğinde ise gayet edebi, edepli şeyler yazdığımı da düşünüyorum. Gerçi ne kadar güzel yazdığım görecelidir. Ben yazılarımı okurken keyif alıyorum açıkçası. Siz de okuyun ama. ((hihihi))
Bu arada yeri gelmişken; tek bir sıkıntım var. Bu yazıyı okuyan her kim ise lütfen yorum yazsın. İsim belirtmesine gerek yok. Hatta anlamlı cümleler kurmasına da gerek yok. Sadece ne kadar okunduğumu bilmek adına kendi çapımda ufak bir test. Biliyorum, çok alakasız bir yerde istedim bunu. Buraya kadar okuduysanız ve bu isteğime bağlı olarak bir yorum yazdıysanız (isimsiz bile olsa), beni çok mutlu edecektir. Bu da yazı arasında nacizane bir isteğimdi. Nacizane kelimesini okuyup aklına sözlük gelen kaç kişi vardır? Sanırım 1. Onu da buradan anmak istiyorum ve Net Piknik + El Paso hesaplarından ötürü teşekkür ediyorum. Bu teşekkür semboliktir aslında. Yani genel olarak ona teşekkür ediyorum. Var olduğu için. Çünkü, benim için ilk sırada olan insanlardan. İlk sırada olan dediğime bakmayın. Şöyle açıklayayım; 4 insanı ilk sıraya koyamıyorum ve onların hepsini bir yapıyorum. Bir döneme yaymam gerekirse, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite. Hepsi yerli yerinde. ((dil çıkaran smiley)) ((kısaca :p))
Eğer yazıyı buraya kadar okuduysanız bir şey söylemek istiyorum. Bu yazıyı okumak size hiçbir şey katmayacak emin olun. Yani buraya kadar okuduysanız devam etmeme şansınız var. Bu yazı sadece beni biraz daha yakından tanımanıza neden olabilir. Yakından tanıyanlar için ise, vay be demek böyle düşünüyor demenize neden olabilir. ((İkinci düşüncem sadece yazıda bahsi geçenler içindir)) Parantez dışı, bahsi geçmeyenler için de geçerlidir aslında. Ne bileyim belki de kendini onun yerine koyan vardır. Ezik! Pardon, ukala oldum. Ne bileyim, benim muhabbetim iyi yani. Okuyun beni. Home-house ilişkisini, taşınma isteğimi de daha sonra anlatırım size. Söz! Henüz elektrik gelmedi. Anlatırım aslında ama sizi sıkmak istemedim. Yeterince uzun bir yazı oldu zaten.
Görüşürüz!
Not: Kafam hafiften iyiydi. İçimden gelenleri yazdım. Bunu en sona yazdım ki yazıyı bir de bu düşünceyle okursunuz belki. Yazı yazmayı ve siz okuyucularımı seviyorum.
Not2: Testimi unutmayın!
Not3: Elektrikler hala gelmedi.
Not4: A4 kağıdı bitirdim.
Not5: Not4 – A4 Long live 4!
Not6: Bir arkadaşımın mottosuyla son noktayı koymak istiyorum: Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.
Not6: Bir arkadaşımın mottosuyla son noktayı koymak istiyorum: Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.
17.07.2008
02:11
02:11
Demin Kedi Geldi *Viyk* Diye
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Yemin ederim. Çay da demledim, yazı yazayım dedim demin. Demini de çok koydum çayın. Çay sevmem ki ben aslında. Ama dur anlatacağım tek tek.
Benim bir kuşum vardı. Ben küçüktüm, ablam alıp getirmişti bir gün kutunun içinde. Küçük bişeydi, *viyk viyk* diye öterdi. Dur lan yanlış hatırladım, o civcivdi ya. Bok oldu hikaye bak şimdiden. Gitgide kabalaşıyorum. Ehem neyse durun baştan alalım herşeyi. Unutalım bunları.
Benim bir kuşum vardı. Kızılay'da girdim bir dükkana. Kuş almak istiyorum dedim. Adam bizde yok dedi. Nasıl olmaz ya dedim. Lan yok işte dedi. Lan nasıl yok işte dedim. Sonra güvenlik çağırdı, atın bunu burdan dedi. Kimi attırıyosun sen bi' bak bana derken dışarı çıkardılar beni. Sonra arkadaşım gördü beni, aldı ordan. Gel dedi oturalım bir yerde. Nerede oturalım dedim. Bilmem dedi. Kocatepe Kahveevi'ne gidelim mi dedi. Gidelim dedim. Ne içersin dedi. Bilmem dedim. Çay istedi benim yerime de. Ben çay sevmem dedim. Benden dedi. O zaman olur dedim.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Balkonda kafesinde dururdu. Akşam olunca içeri almak için balkona çıkardım. Kafesin demirine asılmış mal mal bakardı. Gel hadi içeri derdim. *viyk* derdi hooop aşağı atlardı. Pıtı pıtı yürürdü sonra, ışığı görünce *viyk* derdi, aynaya kafasını vururdu. Kafasını vururdu demişken, gagasını yaralamıştı bir zamanlar. Nasıl yapmıştı bilmiyorum.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Kuş alacağım ben. Balkona koyacağım, akşam olunca içeri alacağım. Özledim resmen.
Benim bir kuşum vardı. Ne oldu o kuşa peki? Kafesin kapağını açık unutmuşuz bir gün. Balkonda duruyor ama kafesin içinde. Gayet *viyk viyk* ötmekte. Farkında değiliz. Sonra birden *viheheheeyk* diyerek bir çıktı dışarı. Çam ağacının üzerine kondu. Gel lan buraya dedim. *viğk?* dedi. Gel lan dedim. *haa yök* dedi. İyi sen bilirsin, bi daha gelirsen almam haberin olsun dedim. Koca gün orda durdu. Yetişmek imkansızdı. Sopa uzatıyorum konsun diye, sopa da yetişmiyordu. Öyle durdu öttü koca gün. Gece balkonda bekledim, gel içeri götüreyim seni dedim. Birden uçtu kayboldu karanlıkta. Sanki kendi ışığını bulacakmış gibi. Yolun açık olsun dedim, el salladım arkasından.
Not: Bütün hevesim kaçtı. Ne balkonu, ne kafesi. Kedi istiyorum ben. Cins olanından ama adı cins değil. Geçen doğum günümde kedi istediğimi bilmelerine rağmen beni oyalayan arkadaşlarımı burada afişe etmek istemiyorum. Kendinizi biliyorsunuz siz. Artık elinizi vicdanınıza koyun.
si ya!
viyk!
Benim bir kuşum vardı. Ben küçüktüm, ablam alıp getirmişti bir gün kutunun içinde. Küçük bişeydi, *viyk viyk* diye öterdi. Dur lan yanlış hatırladım, o civcivdi ya. Bok oldu hikaye bak şimdiden. Gitgide kabalaşıyorum. Ehem neyse durun baştan alalım herşeyi. Unutalım bunları.
Benim bir kuşum vardı. Kızılay'da girdim bir dükkana. Kuş almak istiyorum dedim. Adam bizde yok dedi. Nasıl olmaz ya dedim. Lan yok işte dedi. Lan nasıl yok işte dedim. Sonra güvenlik çağırdı, atın bunu burdan dedi. Kimi attırıyosun sen bi' bak bana derken dışarı çıkardılar beni. Sonra arkadaşım gördü beni, aldı ordan. Gel dedi oturalım bir yerde. Nerede oturalım dedim. Bilmem dedi. Kocatepe Kahveevi'ne gidelim mi dedi. Gidelim dedim. Ne içersin dedi. Bilmem dedim. Çay istedi benim yerime de. Ben çay sevmem dedim. Benden dedi. O zaman olur dedim.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Balkonda kafesinde dururdu. Akşam olunca içeri almak için balkona çıkardım. Kafesin demirine asılmış mal mal bakardı. Gel hadi içeri derdim. *viyk* derdi hooop aşağı atlardı. Pıtı pıtı yürürdü sonra, ışığı görünce *viyk* derdi, aynaya kafasını vururdu. Kafasını vururdu demişken, gagasını yaralamıştı bir zamanlar. Nasıl yapmıştı bilmiyorum.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Kuş alacağım ben. Balkona koyacağım, akşam olunca içeri alacağım. Özledim resmen.
Benim bir kuşum vardı. Ne oldu o kuşa peki? Kafesin kapağını açık unutmuşuz bir gün. Balkonda duruyor ama kafesin içinde. Gayet *viyk viyk* ötmekte. Farkında değiliz. Sonra birden *viheheheeyk* diyerek bir çıktı dışarı. Çam ağacının üzerine kondu. Gel lan buraya dedim. *viğk?* dedi. Gel lan dedim. *haa yök* dedi. İyi sen bilirsin, bi daha gelirsen almam haberin olsun dedim. Koca gün orda durdu. Yetişmek imkansızdı. Sopa uzatıyorum konsun diye, sopa da yetişmiyordu. Öyle durdu öttü koca gün. Gece balkonda bekledim, gel içeri götüreyim seni dedim. Birden uçtu kayboldu karanlıkta. Sanki kendi ışığını bulacakmış gibi. Yolun açık olsun dedim, el salladım arkasından.
Not: Bütün hevesim kaçtı. Ne balkonu, ne kafesi. Kedi istiyorum ben. Cins olanından ama adı cins değil. Geçen doğum günümde kedi istediğimi bilmelerine rağmen beni oyalayan arkadaşlarımı burada afişe etmek istemiyorum. Kendinizi biliyorsunuz siz. Artık elinizi vicdanınıza koyun.
si ya!
viyk!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)